HAKKIMDA

Merhaba, Bizim çocukluğumuzda, yani televizyon ve bilgisayarın olmadığı yıllarda, akşam yemekten sonra sofra toplanır, babalar gazeteye göz atarken devasa büyüklükteki ahşap radyolardan ajans dinlerdi. Büyük ablalar fotoroman, ağabeyler Teksas ile zaman geçirirdi. Anneler bir yandan kızlarının çeyizlerine dantel örerken, bir yandan da dizlerine yatmış ufaklığa masal anlatırdı hafiften. O ufaklıklar masal eşliğinde hayallere dalar, çölleri, denizleri geçer, Kaf Dağına ulaşır, oradan uykunun kollarına kanat açardı. Aslında gözleri ellerindeki kitaplarda olsa da, o abla ve ağabeylerin de kulakları kim bilir kaçıncı kez kendilerinin de bir zamanlar severek dinlediği anne masallarında olurdu. Burada çocukluğumun tatlı hatıraları arasında, hayal dünyamı genişleten o anne masallarıyla birlikte, benim kendi çocuklarıma anlattığım kendi masallarımı ve diğer bilinen çocuk masallarını paylaşmak istedim. Sizler de dizinize yatan kardeşinize, çocuğunuza ve hatta kendinize anlatasınız, masal dünyasının uçsuz bucaksız macerasına katılasınız diye

1 Eylül 2014 Pazartesi

Serpil'den: Cennetlik Dede

İlyas Dede yemyeşil ormanla kaplı iki dağın arasındaki vadide, yaz-kış gürül gürül akan buz gibi çayın kenarına yerleşmiş küçük kasabasında yaşıyordu. Her şeyi şifaydı buraların, mis gibi orman havası insanın ciğerlerini cilalıyordu adeta. Suyu desen dillere destandı. Annemin demesine göre doktorların bildiği bilmediği bütün hastalıkların dermanıydı kasabanın mütevazı kaplıcası. Şehirden hafta sonları akın akın insanlar gelir,  küçük sevimli pansiyonlar dolar taşar, sokaklar, pazar yeri insan seli olurdu. Öyle ki bu kadar insan akşamları oyalanabilsin diye şehirdeki gibi yazlık sineması bile vardı. Akşamları en romantik Yeşilçam filmleri seyredilirken, bolca tuzlu ay çekirdeği yenilir ki kaplıcanın şifalı suyu daha bir iştahla içilebilsin. Pansiyonun verandasında annemler gazocağında demledikleri çayı yudumlarken, ben bu manzarayı bütün görüntüsü, sesi ve kokusuyla içime çekmeye çalışırdım. Ne zaman “gözlerim vagonları dolaştı üzgün üzgün” şarkısını duysam tekmili birden kasaba manzarası gözümde canlanır, gazocağının ve demlenen çayın kokusunu bile hissederim.
Biz annemin böbrek taşı nedeniyle ziyaret ederdik kasabayı. Zaman zaman anacığıma dayanılmaz acılar çektirdiğine şahit olduğum bu hastalık, kasabadaki kaplıca ve şifalı kaynak suyu sayesinde biraz yatışıyordu. Geldiğimizde İlyas Dedelerin pansiyonunda kalıyorduk. İlyas Dede-ki biz ona ablacığımla “Cennetlik Dede” derdik- dedemin yakın dostu, uzak bir akrabasıymış. Yaşı nedeniyle biraz beli bükülmüş olsa da hala dinç, kendince çevik, açık mavi gözleri hafif çukura kaçmış, bembeyaz sakalı itina ile düzeltilmiş, taranmış, yüzünü aydınlatan ve hiç eksilmeyen tebessümü, titrek sıcacık sesiyle benim masal kahramanımdı. Hikayelerde, masallarda anlatılan ak sakallı nur yüzlü dedeydi. Konuşurken yüzündeki mütebessim ifade devam eder, asla kırıcı incitici söz söylemez, kimsenin ardından konuşmazdı. Velhasıl hem görünüşü, hem hal ve hareketleri hem de ibadetlerine düşkünlüğü ile “Cennetlik Dede” olmayı hak ediyordu.
Annem anlatırdı, pansiyonculukla ucu ucuna biriktirdiği parayla hacca gitmek istemiş.  Şehirden eşraftan, okumuştan dört kelli felli adamla yol ve oda arkadaşı olmuş. Cennetlik Dede bunlar önemli alim adamlar, ben bunların da hizmetini göreyim, sevaplarından nasipleneyim diye düşünmüş. Yemeklerini yapmış, sofralarını kurmuş. Ama bakmış ki koskoca alim adamlar haccı unutmuş siyaset peşine düşmüş, ha bire o parti bu parti tartışıp duruyorlar, fark ettirmeden ortadan kaybolmuş. Gece gündüz Kabe’nin çevresinden ayrılmamış.
Dönüşte bu kelli felli adamlar, kendilerini ziyarete gelenlere demişler ki:
__Biz Hacı olamadık, Hacı olmayı hak eden biri varsa o da İlyas Dededir. Biz neye gittiğimizi unutup gaflet içinde siyaset davası güderken ortadan kayboldu. Bir de baktık ki Araplar sırtlarına almışlar İlyas Dedeyi tavaf ettiriyorlar. Yüzüne öyle bir nur inmiş ki delikanlılar sırtlarında taşımak için birbiriyle yarışıyor. Haccın idrakine varan odur, gidin onu bulun, onu ziyaret edin.
Sonraları hastalık ve yaşlılık iyice belini büktüğünde de değişmedi Cennetlik Dede. Bir gün annemin rahatsızlığını duymuş, bizi ziyaret etmek istemiş. Mendilinin içine iki elma, birkaç ceviz, birkaç şeker koymuş. Kızı meraklanıp bunları ne yapacağını sorunca Cennetlik Dede:
__ Çocuklar için hediye, demiş. Kızı:
__ Ah babacığım bu kadarcıkla hediye olur mu, ben bir sepet hazırlarım şimdi, deyince cevap vermiş:
__Yavrucuğum onlar benim gönlümden daha fazlasının geçtiğini, fakat ancak bunları taşımaya gücümün yettiğini bilir, bununla mutlu olurlar, sen merak etme.
Gerçekten İlyas Dedeyi, mütebessim yüzünü görmek bizim için dünyalara bedeldi zaten. Bizi düşünmüş olması, kalbinde bize de yer açması hazineydi. İyi ki seni tanıdık Cennetlik Dede. Kulun layık gördüğünü Allah Teala da layık görürmüş. Biz ablamla küçücük kalplerimizde onu Cennete yakıştırmıştık. Şimdi oradan bize tebessüm etmeye devam ediyor eminim. 

Annemden: Kedi

Kimse öyle şımarık, cüretkar, kendini beğenmiş bir kedi görmemişti ömrü hayatında. Gerçi cins kediydi, tüyleri inci beyazı, ışık vurdukça başka türlü parlardı. İpek gibi yumuşacıkdı. Bu güzelliğin farkında olmalıydı ki başköşedeki minderinde yalanıp tüylerini temizlerken, “bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya” misali pek bir edalıydı. Ortaçağ Avrupasının asalet düşkünü süslü kokonaları andırıyordu.
Şehrin en kalabalık caddesinde bir arabanın altında kalmış annesinin başında çaresizce inlerken bulmuştu onu İsmail Dayı. Benim gibi öksüz kalmış diye acımış, evinin başköşesinde süslü yatağını hazırlatmış, keçi sütüyle beslemiş, itina ile büyütmüştü. Haliyle epeyce de şımartmıştı. Bu şımarık kedi İsmail Dayının merhametini suiistimal edip yapmadık yaramazlık bırakmadığı gibi, şimdilerde yeni eğlence olarak komşulara dadanıp onları da canlarından bezdiriyordu. Köylük yerde hırlı hırsız barınamadığından evlerin kapıları açıktır. Bu çokbilmiş, gider Hacer Teyzenin kurusun diye ocağa astığı etini gasp eder, Elife Bacının yoğurt çalıp gömdüğü sütünü yerlere döker, kiminin bahçesinde civcivleri kovalar, kimi bebelerin elini tırmalardı. Komşular İsmail Dayıya hürmetlerinden komşuluk hatırıdır diye önceleri bir şey belli etmemişlerdi. Ama bir değil, iki değil, bu arsız yüzsüz kedi hepsine yaka silktirmişti. Şikayet etmek komşuluk hukukuna aykırı imiş ama zalim kedi canlarına yettiğinden hukuk mukuk düşünecek halleri kalmamıştı. Bir akşam çekine çekine İsmail Dayıya varıp yaramazı yaptıklarını anlattılar.
İsmail Dayı:
--Yahu emin misiniz, bu anlattıklarınızın hepsini bu öksüz mü yaptı diye sitem edecek oldu. Öyle ya onca edepsizliği şu yastığında süzgün süzgün bakan öksüz kedisinin yapacağına inanmak oldukça zordu. Ancak bir iki değil tüm komşular şikayetçiydi, üstelik şahitleri de mevcuttu.
İsmail Dayı düşündü, taşındı, bunca yıllık komşuları dostları bir tarafta, yavruyken bulup eliyle besleyerek büyüttüğü güzel kedisi bir tarafta. Doluya koymuş almadı, boşa koymuş dolmadı, en sonunda kararını verdi.
Sabah erkenden kalktı, kedisi yemeğini yerken seyretti son kez gözleri nemlenerek. Sonra aldı dizine okşadı, sevdi, tüylerini taradı. Aniden kediyi kucaklayıp bir çuvala koydu ve atının terkisine atıp şehrin yolunu tuttu. Nihayet şehre vardığında çuvalın ağzını gevşetip bir sokağın başına bırakıp hızla oradan ayrıldı. Hazır şehre gitmişken tabibe göründü, müzmin hastalıklarının ilaçlarını temin etti, alışverişini yaptı. İkindi namazını kılıp atını emanet bıraktığı ahırdan alıp köyünün yolunu tuttu. Gün batarken köyüne vasıl oldu. İçi buruk, gönlü kırık, en yakın dostuna ihanet etmenin verdiği vicdan azabı ile sedire yaslandığında bir de ne görsün. Sevgili kedisi başköşedeki minderde bitkin perişan yatmıyor mu? Belli ki onca yolu yürümüş ki patileri parçalanmış, o güzelim tüyler dikenden pıtraktan görünmez olmuş, zavallıcık aç biilaç geldiği onca yolun etkisiyle yarı baygın serilmiş melül mahzun bakınıyor.

Eyvah dedi İsmail Dayı, ben ne yapmışım? Hemen karnını doyurup patilerine pansuman yaptı. Ertesi gün şehirden merhemler getirtti, kedicik iyileşene kadar bebek gibi baktı. Sonunda kedi iyileşmiş iyileşmesine de hani burnu sürtüldü derler ya, o şımarıklığından, yaramazlığından eser kalmadı. Kendi bahçelerinin dışına çıkmadığı gibi kimseyi de rahatsız etmedi. 

18 Haziran 2014 Çarşamba

Annemden-Karpuz Çekirdeği


                         Köyümüz yemyeşil bir kuytu ormanın kıyısında, şırıl şırıl akan bir derenin iki yakasında yerleşmiş –bana göre cennetten kopup gelmiş şipşirin bir yerdi. Çam kokulu havasını bir soluyan bir daha buradan ayrılmak istemezdi. Köy halkı çalışkan, mert ve sevgi doluydu. Birbirlerini öyle sever, öyle güvenirlerdi ki hiçbir evin kapısında kilit bulunmazdı.
                         Bu huzur dolu köyün muhtarı babamdı. İri yarı, heybetliydi. Kırkını aşmış, şakaklarındaki sarı saçları kırlaşmış, yüzündeki çizgiler derinleşmiş olmasına rağmen hala çok yakışıklıydı. Daima gülen mavi gözleri insana güven ve sıcaklık verirdi. Yediden yetmişe köy halkı babamı çok severdi. Babamın da en sevdiği şey birilerine yardım etmek, zorda kalanın sıkıntısını gidermekti. Bize sürekli iyilik yapmanın, başkalarına ikramda bulunmanın faziletlerini anlatır, paylaşma duygumuzu geliştirmeye çalışırdı.
                          Yazları en sevdiğim şey anneannemle birlikte bostan beklemekti.Bostanı insanlardan değil ormana çok yakın olduğumuzdan, yaban domuzlarından korumaya çalışırdık. Bu arda sulama işini de yapardık. Sabah serinliğinde evden çıkar, akşam olmadan dönerdik. Akşamları bostanı ağabeyim beklerdi. Benim için bostan beklemek bahane… Bütün gün gah kelebek kovalar, gah çamurda toprakta debelenir, gah çiçek toplar; yorulunca da başımı anneannemin dizlerine koyar, anlattıklarını dinlerken uyuyakalırdım. Zavallı anneannem, genç yaşta terk etmek zorunda kaldığı yurdunu, çileli göç yollarını ve muhacirliğin zorluklarını anlatır , anlatırken de gözleri bulutlanırdı. Asıl vatanı olan Kafkasya’nın geçit vermez karlı dağlarını, nehirlerini, mis kokulu havasını, kırlarını öyle tasvir ederdi ki, sanki oraları daha önce görmüşüm gibi gözümde canlandırabilirdim.
                           Bostanımız kasaba yolunun  kenarındaydı ve oldukça büyüktü. Kenarında tek sıra ceviz ve armut ağaçları vardı. Bunları babam kendi elleriyle dikmişti. Bostanın toprağı verimliydi, ürünü de bol ve lezzetliydi. Babamın bostan bekçiliği konusunda çok hassas olduğu bir nokta vardı:
  _ Yoldan geçenler eli boş gönderilmesin! Göz hakkıdır.
                           Gelene geçene kavun karpuz ikram etme işli bana aitti. Anneannem, babamın isteği doğrultusunda en iyilerini seçer, ben de babamın selamlarını ekleyip ikram ederdim. Bazen karşılığında özellikle yaşlılardan bana şeker vermek isteyenler olurdu. Önce nazlanır ısrar etmelerini beklerdim. Hemen almak kabalık olur, babamın kızına yakışmazdı çünkü. Sonra teşekkür ederek alır ve sevinçle en büyük ceviz ağacının gölgeliğinde bekleyen anneannemin yanına koşardım.
                            O gün anneannemle öğle yemeğimizi henüz yemiştik. Yaşlı kadın yemeğin ve sıcağın verdiği rehavetle oturduğu yerde uyuklamaya başlamıştı. Ben de bir karınca yuvasını incelemeye dalmıştım. Yanımda aniden yaşlı bir adam belirdi. Yaşlı olasına rağmen dinç ve heybetli bir görünümü vardı. Gözleri dudaklarıyla birlikte tebessüm ediyor, bembeyaz sakalları güneşte parlıyordu. Sanki evvelden beri tanıyormuşçasına samimi bir havası vardı. Selam verip bostanın kime ait olduğunu sordu. Köyümüzü ve babamı tarif edip gölgeliğe buyur ettim. İhtiyar kalamayacağını söyleyince “ o zaman size karpuz vereyim.” Diye bostana daldım. Her zaman karpuzları anneannem seçerdi. Ama  onu uyandırmaya kıyamadım ve öğrendiğim kadarıyla en iyi ve en kocaman bir tanesini kapıp, yine babamın selamlarıyla yabancıya ikram ettim. Her gelene karpuz vermemizin babamın ricası olduğunu söyledim. Yaşlı adam gülümsüyordu. O anda yüzü o kadar   aydınlıktı ki bir müddet bakakaldım. Bir de kavun ikram etmek geldi içimden. Ben en olgununu seçene kadar ihtiyar ortadan kayboluverdi. Ona ikram ettiğim karpuz da olduğu yerde duruyordu. Herhalde iyi bir karpuz veremediğim için gücenip de gittiğini düşünerek ağlamaya başladım. Babamın sözünü tutamamış, bir yabancıyı eli boş göndermiştim işte. Hıçkırıklarıma uyanan anneanneciğime sarılarak olan biteni anlattım. Teselli olmam imkansızdı. Yaşlı adamın almayıp bıraktığı karpuzu da yanımıza alarak eve daha erken döndük.
                        Anneannem başımdan geçenleri ve ne kadar üzüldüğümü anlatırken babam gülümsüyordu:
  _ Demek ki karpuz bize kısmetmiş. Kesin de beğenilmeyen karpuzu biz yiyelim bari, diye anneme seslendi.
                        Karpuzu besmeleyle ikiye ayıran annem, çığlık atarak bıçağı yere düşürdü. Babam elini kesti zannederek telaşla anneme koştu. Şimdi ikisi birlikte  şaşkınlıkla bir karpuza bir bana bakıyordu. Babamın gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Yarım karpuzu alıp yanıma geldi. Başımı okşayarak:
   _ Benim güzel kızım Hızır Aleyhisselamı görmüş, onunla konuşmuş. Ne mutlu bana…
                       Karpuzun iri kahverengi çekirdeklerinin hepsinin üzerinde siyah renkle Arapça “Allah” yazısı vardı.Henüz yeni Kur’an-ı Kerim öğrendiğim halde rahatlıkla okuyabiliyordum Ama hala ne olduğunu anlayamamıştım. Anneannem beni yanına oturtup bu mübarek zatın hikayesini anlattığında, babamın neden bu kadar heyecanlandığını biraz olsun anlayabildim.

                       Babam o yıl tarladaki mahsulü bütün köye dağıttı. Buna rağmen bize her zamankinden daha fazla karpuz kalmıştı. Babam bereket uğramış karpuzları para karşılığı satmanın doğru olmayacağını düşünmüştü. Tarladaki bütün karpuzların içinden aynı şekilde “Allah” yazılı çekirdekler çıkıyordu. 

10 Haziran 2014 Salı

Annemden Masallar-7: Hint Padişahının Kızı


Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş, çok söz söylemek günahmış. Uzak ülkelerden birinin iyi kalpli bir padişahı varmış. Padişah ölüm döşeğinde çok sevdiği oğullarını yanına çağırmış. Onlara kendisinin bu dünyada vaktinin kalmadığını, ölürken yerine hükümdar olması için en büyük oğlunu seçtiğini, diğerlerinin de ağabeylerine itaat etmesi gerektiğini vasiyet etmiş. Son olarak sarayın kulesinde kilitli bir oda olduğunu ve o odayı kendisinin ve ülkesinin selameti için açmaması gerektiğini anlatmış. Şehzadeler padişaha vasiyetini yerine getireceklerini beyan edip gönlünü ferahlatmışlar. Neticede kısa süre sonra ecel gelip padişah vefat edince yerine büyük oğlu Beslan geçmiş.
Beslan da babası gibi adaletle yönetmiş ülkesini. Kardeşleri babalarının vasiyetlerine uyarak ağabeylerine destek oluyorlarmış. Bir gün sarayda dolaşırken yolu kuleye düşmüş. Kilitli kapı dikkatini çekmiş. Anahtarına bakınmış bulamamış, kapıyı zorlamış açamamış. Babasının aksi yönde vasiyeti olmasına rağmen merakı ağır basmış. Yıllardır babasına hizmet eden yaşlı veziri yanına çağırıp kuledeki kilitli odanın anahtarını sormuş. Tecrübeli vezir genç padişahı vazgeçirmeyi denemiş. Kilitli odanın hikayesini anlatmak zorunda kalmış.
_Hükümdarım, o kilitli odada bir resim var. Bu Hint Padişahının kızının resmidir. Bu kız öyle güzeldir ki kardan beyaz teni, geceden siyah gözleri ve saçları, ceylan gibi gözlerini bir gören aşık olur ve her şeyi unutur. Hint Padişahı bu resmi bütün padişah ve krallara gönderdi. Dünyadaki en gözü pek ve en zeki prensine kızını vermek istiyor. Ancak bir şartı var. Kızını ülkesinin dipsiz ormanları arasında bir yere saklamış. Gerçekten bu saraya “bilinmezler yolu”ndan gidilebiliyormuş ve bu yol çok tehlikeliymiş. Kızına talip olanın onu kendi yetenekleriyle bulabilmesi gerekiyor. O kadar ki nice cengaverler, arslan parçası gibi yiğit şehzadeler bu prenses uğruna bu uğursuz yollarda telef olmuşlar. Zaten eğer bulamazsa Hint Padişahı o prensin hayatına son veriyor. Sevgili merhum padişahımız sizleri böyle bir maceraya sürüklememek için o resmi saklamak istedi. Ancak resim sihirli malzemeden yapıldığı için yok edemedik. Biz de bu odaya koyup kilitledik. Haşmetli padişahım, sadece kendinizi değil halkınızı da düşünüp bu maceraya girmemenizi istirham ederim.
Ne yazık ki vezir ne derse desin genç padişahı ikna edememiş, aksine padişahın merakı daha da artmış. Neticede emir demiri keser derler, padişahın kati emriyle odanın kapısı açılmış. Beslan Şah odaya tek başına girmiş ve duvarda asılı resmin örtüsünü indirmiş. Resimdeki kız o kadar güzelmiş ki bu güzelliği anlatacak kelimeler daha keşfedilmemişmiş. Bu büyülü güzellik Beslan Şahı da esir etmiş. Genç padişah artık Hint Padişahının kızından başka bir şey düşünemez olmuş. Kendini de tahtını da unutmuş. Yaşlı vezir ve kardeşleri ne kadar çabaladılarsa da sonuç değişmemiş. Ülkeyi ortanca kardeş Guşan’a bırakmış. Hazinesindeki en güzel mücevherleri hazırlatmış ve Hint padişahının kızını istemek üzere yola çıkmış.
Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Günler sonra Hint padişahının topraklarına varmış. Burası geçit vermez dev ağaçlarla dolu bir ormanmış. Bir süre ilerledikten sonra hava karardığından yolunu seçmesi daha da güçleştiğinden kaybolmuş. Karanlıkta bu orman daha da korkutucu bir hal almış ama genç padişah yılmadan yola devam etmeye kararlıymış. Nihayet ağaçların seyrekleştiği bir alanda ışıklarını seçebildiği bir eve rastlamış. Yol sormak için o yöne seğirtmiş.  Bu kulübe ormanda tek başına yaşayan ancak yolu düşenlere yardım eden, topladığı bitkilerle hastalıkları iyileştiren tonton Şifa Ananın eviymiş. İhtiyarcık Beslan Hanı güler yüzle karşılayıp buyur etmiş. İkramlarda bulunmuş.  Üstelik Beslan Han daha anlatmadan öyküsünü bilivermiş.
__ Ah oğul, bu uğurda ne padişahlar ve prensler heder oldu, gel vazgeç bu sevdadan dediyse de vazgeçirememiş.
__Hiç olmazsa yanında getirdiği pahalı mücevherleri buraya emanet bırak, Hint Padişahı kızı uğruna canına kıydıklarının yanında getirdiği hediyelerle hazinesini tıka basa doldurdu, eğer kızı bulursan gelir buradan alırsın. Bulamazsan seni aramaya gelecek olanlara teslim ederim. Hele bu gece burada dinlen. Sabahın hayrıyla yola çık, demiş. Genç padişah razı olmuş. Zaten çok da yorgunmuş ve hediyeleri de gerçekten artık yük etmek istemiyormuş.
  Sabah Şifa Ananın taze pişirdiği ekmeğin mis gibi kokusuna uyanmış. Karnını doyurup helalleştikten sonra yola çıkmış. Akşama doğru sarp bir kayanın tepesinde Hint Padişahının heybetli sarayına ulaşmış. Hint Padişahı genç padişahı şanına yaraşır tarzda karşılamış. İstirahat etmesini sağlamış, ülkesinin eşi bulunmaz meyveleri ve yiyecekleri ile sofralar donatmış. Beslan Han kendine gelince hediyeleri ile Hint Padişahının huzuruna çıkmış. Sarayında bulunan resimden yola çıkarak Hint Padişahının kızına olan aşkını anlatmış ve kızıyla evlenmek üzere bu ülkeye geldiğini ifade etmiş.  Hint Padişahı arkasına yaslanmış, pos bıyıklarını burmaya başlamış.
__ Dost ülkenin cesur ve genç padişahı Beslan Han, ben öyle bir kız evlat yetiştirdim ki güzellikte bir benzeri yok. Öyle zekidir ki birçok dili konuşabilir, hesapta ve edebiyatta çok yeteneklidir. Ayrıca kılıç kullanmak ve ata binmekte rakip tanımaz. Takdir edersin ki böyle eşsiz bir prensesin evleneceği kişinin de üstün yetenekli özel olması gerekir.  Bu maksatla kızımı öyle bir yere sakladım ki ancak gerçekten kızıma layık zeki biri bunu başarabilir. 40 gün içinde bulursan kızım senindir, bulamazsan cüretinden dolayı kellen benimdir, kabul ediyor musun? diye kükremiş.
Genç padişah aşkından deli divaneymiş zaten kellesi umurunda değilmiş, kabul etmiş. Günlerce aç susuz aramış güzel prensesi, karanlık ormanların kuytu köşelerinde, dağlarda, çöllerde, her yere bakmış bulamamış. Yolarda karşılaştığı dev yılanlarla, ejderhalarla, kaplanlarla savaşmak zorunda kalmış. Hint padişahının adamları da onu takip etmekteymiş. Kırkıncı günün sonunda aşkını ararken berduş haline gelmiş Beslan Han’ı yaka paça huzura getirmişler. Hint Padişahı heybetli sesiyle ortalığı inletmiş:
__ Be gafil delikanlı, ben seni uyarmıştım, kızımı bulamazsan kelleni alırım demiştim!
Beslan Han güçlükle cevap vermiş:
__ Sevdiceğime kavuşamayacaksam zaten bu hayat bana zindan, bir an önce bitirin çilemi.
Hint Padişahı çok acımız bu delikanlıya ama söz ağızdan bir kez çıkar, çaresiz buyruk yerine getirilmiş.
    Kötü haber çabuk yayılır derler, Beslan Han’ın akibeti de duyulmuş memleketinde. Guşan Han Padişahlık tacını gözyaşları içinde takmış. Ancak ağabeyini böyle bir felakete sürükleyen esrarengiz oda onun da dikkatini çekmiş, merakına yenik düşmüş. Odaya girdiğinde gördüğü resim onu da adeta büyülemiş ve aşk denilen tutsaklığa o da kapılıvermiş. Tahtını en küçük kardeş Mirza Han’a emanet edip düşmüş Hint ülkesinin yollarına. Ağabeyinin başına gelenler aynı şekilde onun da başına gelmiş ve o güzeller güzeli başı da bu imkansız sevda uğruna bedeninden ayrılmış.
   İki ağabeyini esrarengiz bir macera uğruna yitiren Mirza Han, ağabeylerinin izini sürüp onların hayatına mal olan bu meseleyi öğrenmeye ve galip gelmeye yemin etmiş. Gizli odayı ziyaret edip, Hint Padişahının kızını gördükten sonra bir de sevda eklenmiş tabii. Ama Mirza Han körü körüne bir maceraya atılacak kadar tedbirsiz değilmiş. Önce kılık değiştirmiş ve her yere girip çıkması kolay olsun diye derviş kılığına girip Hint ülkesine ulaşmış. Bir süre halkın arasında dolaşıp ağabeylerinin başına gelenler hakkında detaylı bilgiler edinmiş. Ağabeylerinin saraya gitmeden önce misafir oldukları Şifa Anaya da uğramış.  Ona güvenebileceğini anlayınca kimliğini açıklamış. Şifa Ana ağabeylerinden kalan mücevherleri teslim etmiş. Sabaha kadar düşünmüş taşınmış ve nihayet muazzam bir fikir gelmiş aklına. Ağabeylerinden kalan mücevherleri toparlayıp memleketine dönmüş.
Ülkenin en iyi kuyumcusuna bu mücevherlerle bir geyik yaptırmış. Bu geyiğin içi bir insan sığacak şekilde imal edilmiş. Her tarafında değerli taşlarla işlemeler olan bu geyiğin içine girebilmek için gizli bir kapısı ve gözetleme delikleri varmış. Sonra Hint padişahına bir mektup yazdırıp ona kızına verilmek üzere bu armağanı gönderdiğini, yakında kendisinin de geleceğini bildirmiş ve hediye kervanını hazırlatmış. Geyiğin içine gizlice kendisi girmiş. Bu muhteşem armağan padişahın beğenisini kazanmış, kızının da beğeneceğini düşünerek kızına ulaşacak özel ekibe hediyeyi teslim etmiş. Mirza Han saraydan itibaren gözetleme yerlerinden prensese ulaşana kadar gidilen yerleri izlemiş. Önce kuytu ormanın ortasındaki gölün kıyısına gelinmiş. Oradan yerde açılan gizli bir dehlizden gölün altı boyunca ilerlemişler ve nihayet sarp bir kayalığın dibindeki şatoya ulaşmışlar. Görevliler geyiği prensesin odasına getirmişler. Prenses çok sevinmiş ve kendisine saf altından her yeri mücevherlerle süslü bu güzel hediyeyi gönderen genç padişahı merak etmiş. Akşam olup da el ayak çekildikten sonra Mirza Han saklandığı yerden çıkıp güzeller güzeli prensesin karşısında belirivermiş. Prenses korkup bağırmak istemiş ama Mirza Han da o kadar yakışıklıymış ki Hint padişahının kızının ağzı dili tutulmuş, sesi çıkmamış. Mirza Han kendisini tanıtıp, babasının tertibini bozmak için böyle bir oyun hazırladığını söyleyince prenses rahatlamış. İkisi de birbirini çok sevmiş. Ancak şimdi Mirza Hanın buradan çıkması ve Hint Padişahından kızını istemesi gerekiyormuş. Mirza Han sabah olunca nedimeler prensesin odasına girmeden, altın geyiğin ayağını kırmış içine girmiş. Prensese geyiği tamire göndermesini söylemiş. Prenses dediğini yapmış. Mirza Han yine geyiğin içinde prensesin saklı tutulduğu yerden çıkmış. Zaten hediyeyi getirenler arasında kuyumcusu da varmış, kendilerine öğütlendiği üzere Şifa Ananın evinde gelecek tamirat haberini bekliyorlarmış. Geyiği şifa Ananın evine getirip Mirza Hanı çıkarmışlar. Tamir etmişler. Sonra Mirza Han süslü kaftanlarını giymiş, yanına da yaverlerini ve hediyesini alıp Hint Padişahının sarayına gelmiş.
__Pek haşmetli Hint Padişahı, ben ki Kaf dağlarının ardındaki büyük ülkenin padişahı Mirza Hanım. Daha önce ağabeylerimin yolunda canlarından olduğu güzel prensesinize ben de sevdalandım ve onunla evlenmeye talibim, demiş. Hint Padişahı:
__ Aman evladım, bak ağabeylerin de yiğit delikanlılardı ama benim kızımı almak zordur, sen de onlar gibi canından olup, yurdunu başsız bırakmayasın, diye uyarmış. Mirza Han:
__ Akıl akıldan üstündür, benim için de yurdum için de endişelenmeyin, demiş.
Sonunda yanına geyiği de alıp kendinden emin vaziyette, daha önce geyik içinde ilerlediği yolları kolaylıkla bularak prensesin sarayına ulaşmış. Prensesin yerini eliyle koymuş gibi bulması Padişahın adamlarını hayrete düşürmüş. Mirza Han prensesi atına bindirmiş ve birlikte Hint Padişahının sarayına dönmüşler. Padişah da çok şaşırmış. Nasıl bulabildiğini ısrarla sormuş ama Mirza Han ser vermiş, sır vermemiş. Sonunda Mirza Hanın kızını almaya layık biri olduğuna kanaat getiren Hint Padişahı genç çifte kırk gün kırk gece sürecek dillere destan bir düğün yapmış. Mirza Han düğünden sonra güzel karısını yurduna getirip onunla bir ömür mutlu yaşamış.

Gökten üç elma düşmüş, biri bu güzel çifte, biri söyleyene, biri dinleyene…

8 Haziran 2014 Pazar

Çocukluğumun Ramazanları


Altı kardeşin en küçüğü olarak, babamın omzuna çıkıp kelini öpme şımarıklığını göstermeye cesaret edebilecek yegane evlat bendim. Zavallı ağabey ve ablalarım, babaannemin hayatta olduğu dönemlerde dünyaya geldiklerinden, onun ve adetlerimizin katı kuralları gereği, değil babacığımın kelini öpmek, öyle uluorta sırnaşma hürriyetleri hiç olmamış. Adetlerimize göre anne-babalar büyüklerinin yanında çocuklarına sevgi gösteremezlerdi, ayıptan öte “haynape” idi. Babaannem bu katı Çerkes kurallarına dini emirlerden öte değer verir ve uygular, babam da sesini çıkaramazmış. Zaten iki göz oda evimizde ondan kaçarak çocuk sevilebilecek bir mekan bulunmuyormuş. Babaannem ben doğmadan kısa süre önce terk-i diyar edip ahirete göçtükten sonra, babam çocuk sevme konusunda serbest kalabilmiş. O şanslı çocuk bendim ve babamın uzun yıllar süren çocuk sevebilme hasretine rağmen, tepesine çıkıp kelini öpmek dışında şımardığımı hatırlamıyorum. Zaten ağabey ve ablalarım babam bana ilgi gösterdiğinde sitemlerini inceden inceye serpmeye başlarlardı. Zavallı babam eminim ki hepimizi, hepimizden de çok annemi çok sevdi ama hiçbir zaman kelimelere dökemedi.
Çocukluğumun hatıralarımda kalan ilk Ramazan günleri babamla doludur. Zaten adı da Ramazan olduğundandır belki ama çocukluğumun yalnız Ramazanları değil her anında rahmetli babamın hatıraları var.
Daracık evimizde sahur yemeği hazırlamak başlı başına meseleydi. Babamın sahurda hamurişi tüketmek gibi bir alışkanlığı vardı. Bir taraftan çok zahmetli bu yiyecekler annem tarafından hazırlanırken, uyku mahmurluğundan gözlerini zor açan ablalarım yatakları toplamakla meşguldüler. Ev o denli küçüktü ve biz o kadar kalabalıktık ki sofra kurabilmek için evvela yataklar toplanır, sahur sonrası birkaç saatlik uyku için yeniden serilirdi. O karışıklık içinde muzip ağabeyim beni de uyandırırdı. Annem bulabildiği en yakın terliği ağabeyime nişan alıp bir azar eşliğinde savuruverirdi o vakit. 4 yaşlarındaydım ve benim kalkmam demek anneme bir ton ilave iş demekti. Çok sık hasta olurdum bunu engellemek için uykudan uyanınca sırtıma havlu konulur, ayrıyeten hırka giydirilir, elim-yüzüm yıkanırdı. Yani o kadar işin arasında, o dar zamanda bir de benimle uğraşmak istemezdi haklı olarak. Böyle durumlarda sükuneti babam sağlardı:“Kızma hanım, o da alışsın, Sahurun ne olduğunu öğrensin” diye sakinleştirirdi anacığımı.
Sabah olduğunda sanki oruç tutacakmış gibi kahvaltıya yüz vermezdim. Öğlene doğru ise birisi çıksa da şu orucumu satın alsa, ben de karnımı doyursam diye yavaş yavaş ablalarıma yanaşırdım.  Hani çocuklar tüm gün oruç tutamayacak kadar küçük olduklarında, onları yemek yemeye ikna etmek için büyükler derler ya” orucunun sevabını bana sat, ben senin yerine tutayım, sen karnını doyur”.  Karşılığında abur cubur kabilinden gönül alıcı hediyeler verilirdi. Bu öğlene kadar ancak sürebilen çocuk orucuna da “tekne orucu” denirdi. Orucum iftara kadar devam edememiş olsa da babacığımın her akşam bir “iftariyelik” hediyesi olurdu. Bütün gün babamın o gün ne getireceğinin hayalini kurarak geçirirdim. O zamanlar çikolata şekerleme gibi şeylere ulaşmak kolay değildi. Hele de bizim gibi kalabalık bir aile için. Ama babam mutlaka akşam cebinde benim için bir iftarlık eşliğinde gelirdi eve. Sanki orucu bütün gün tutabilmiş gibi sofrada top atılmasını bekler, “orucumu “ bu iftariyelik ile açardım. Yokluk içinde ama kanaatkar bir sofra, saadetli günlerim…
Akşam namazını kıldıktan sonra babacığım bana namaz kılma konusunda talim yaptırırdı. Kıyamda, rükuda, secdede söyleyeceklerimi yanımda fısıldayarak söyler, ben tekrar ederdim. Dilim dönmediği için yanlış eksik söylediklerimi bizimkiler kahkahalarla tekrar ederken, babam onları susturur, ciddiyetle işine devam ederdi.
 Ramazan demek bereket demekti, paylaşmak demekti, birlik beraberlik demekti. Teravihe komşularımızla birlikte gider, camiyi hınca hınç doldururduk. Bayram yerine dönerdi. Erkekler, beyaz başörtülü kadınlar, çığlık çığlığa çocuklar. Topluca kınlan teravih sonrası kadınlar ve çocuklar bazen bir komşuda toplanıp eğlenceye devam ederdik. Bu bizim için gerçek bir eğlenceydi çünkü maksat “teltel çekmek” idi. Teltel, pişmaniyeye benzer ama lifleri biraz daha kalın bir tatlı idi. Kadınlar yuvarlak bir sofra etrafında toplanır, bir taraftan sohbet eder, bir taraftan unu şekere yedire yedire sündürür, katlar, çekiştirir bir daha sündürür, bu işlem ahenk içinde devam ederdi.  Bu merasimi seyretmek ayrı birzevk, bitip de yeme faslına geçmek ayrı bir zevkti. O zaman evler eşya ile hıncahınç dolu olmayıp, insanlar da eşyanın kölesi olmadıklarından, tek katlı bahçeli evlerde koşma, zıplama, kırma, dökme gibi uyarılar olmaksızın, gönlümüzce evde, bahçede sokakta oynayabiliyorduk. Ve bu teltel merasimleri en neşeli, gürültülü ve yapış yapış anlarımızdı.
Biraz daha büyüdüğümde mahalledeki arkadaşlarımla iftar zamanı Melikgazi tepesine gidişlerimizi hatırlıyorum. Bu tepe o zamanki boyutlarıma göre dağ gibi geliyordu tabii. Bazı günler ağabeyim arkadaşlarıyla bu tepeye kendi yaptıkları rengarenk uçurtmaları uçurmaya gelirlerdi. Ben de peşlerinden tabii. Ağabeyim arada benim de ipi tutmama izin verdiğinde, kendimi uçurtmanın kuyruğuna tutunmuş uçuyor zannederdim. İşte bu tepede soba borusundan bozma bir düzenekle iftar topu atılırdı. Kalede de atılıyordu ama orada gerçek savaş topu kullanılıyordu. Bu top atma töreni mahallenin tüm çocuklarının ilgisini çekiyordu. Topu hazırlayanın sanki bir ayin hazırlıyormuşçasına  ciddi ve ketum tavırları bizi büsbütün büyülüyor, çık çıkarmadan, yarım daire şeklinde dizilip hayran hayran seyrediyorduk. Düzeneği hazırladıktan sonra elindeki uyduruk meşalesini yakıp Hocanın ezanını beklerken sanki savaşta hücum emrini bekleyen piyadeler gibiydik. Hoca “Allahu Ekber” der demez fitil ateşlenir, büyük bir gümbürtüyle borunun içindekiler toz duman eşliğinde savrulurken, bizler son sürat evlerimize koşmaya başlardık. Bir yandan koşar bir yandan bağırırdık:“Top patladı, top patladı!” Sanki evdekiler duymamış gibi, ben  ter içinde yetişip, nefes nefese bir kez daha “top patladı” tekmilini verene kadar oruç açmazlardı. Bu tekmil bir de babamdan “aferin” kazandırırdı. Öyle ya ben olmasam nereden bilip açacaklar oruçlarını. Görevini yapmış bir asker edasıyla otururdum iftar sofrasına.
Şimdilerde Ramazan isabet etmeyen evler, mahalleler ve yürekler var. Kendi çocuklarıma bile o çok özlediğim Ramazan hatıralarını yaşatabildiğimi sanmıyorum. Benim yaşıma geldiklerinde benim kadar renkli Ramazan hatıraları olmayacağının farkında olmak şimdiden içimi sızlatıyor.

Siz hiç küçük bir çocuğun tekne orucunu satın aldınız mı?

5 Mayıs 2014 Pazartesi

KİTAP OKURLUĞUM

Önümde çoktan okunması gerekirken kütüphanenin yersizlikten çift sıra dizilmiş ahalisi arasında, zannımca ebat olarak da küçük olduğundan araya kaymış, göze çarpmadığı için ancak dipli köşeli bir temizlik esnasında öykü kitabına bakıyorum. Sayfaları biraz nem aldığından olsa gerek biraz sararmış, hafif genzi gıdıklayan bir rutubet kokusu da çeşni olmuş. Öyle albenili bir kapağı da yok hani. Gerçi kitapları kapaklarının ihtişamına göre seçen tiplerden de değilim ya nasılsa gözümden kaçmış işte.
İyi okur olduğumu iddia ederim hep. Çok okurum, hızlı okurum. Kitabın günlerce elimde süründüğü çok enderdir. Okurken kitabın içinde sürüklenir, yazar beni hangi kalıba sokmak isterse o kalıplara girer çıkarım bir süre. Tasvirleri tekrar tekrar okuyarak sanki oradaymışım gibi mevsimi, mekanı, manzarayı film şeridi gibi gözümden geçirir, bir de üstüne hayıflanırım. Şu yazarlar ne kadar detaycı, ne kadar ince görüşlü oluyorlar. Ben çevreme bakıyorum, bütün bunları görmüyorum diye bir sızı düşer yüreğime. Belki benim de başımdan bir hikaye, bir roman konusu olacak olaylar geçmiştir, ama bunları birine anlatırken bile zamanı, mekanı, yüzleri, sözleri birbirine karıştırdığım olmuştur.Bu hafıza ile ilgili bir şey olsa gerek. Ancak hayal gücüme laf söyletmem. Dedim ya tasvirleri betimlemeleri öyle sindiririm ki içime, sanki o dünyada yaşıyor gibi olurum bir süre. Bu arada deprem olsa oralı olmam, seslenilse duymam. Kitabı kapattıktan sonra gerçek dünyamın basitliğine alışmam da biraz zaman alır. Bazen ünlü romanları sahneye aktarırlar ya hani.Neticede senarist veya yönetmen o kitabı okurken ne kadar hayal etmişse, sahneye o kadarı aktarılır.
Ben hep hüsrana uğramışımdır okuduğum kitapların filmlerini izlerken. İşte hiçbir yönetmen okuma esnasında görebildiklerimi göremiyor, hissettiklerimi hissettiremiyor, beni kitapla alakası olmayan sahte bir sahnenin içinde oyalayıp duruyor. Misal “Vadim O Kadar Yeşildi Ki” romanının filminde o dağları, madeni, kasabayı benim gözümde aksettirmiş olsalardı, seyreden herkes belki o sırada kasabanın rutubetli havasına sinmiş kömür kokusunu bile duyumsayabilecekti.
Dedim ya hayal gücüm geniş ancak hafızam buna eşlik etmekten aciz. Bir çırpıda okuduğum kitabın ana fikri hariç bir çok detayı bir süre sonra siliniveriyor. Bu benim için çok can sıkıcı ve acı verici. Tekrar tekrar okumalarım bu yüzden. Rahmetli babamın dediğine göre kemikten mamül bu kutu içindeki zavallı beynimiz bir şeyleri unutacak ki, yeni şeylere yer açılsın. Dehşet verici bir şey. Eğer unutmazsak sürekli üst üste koyduğumuz hatıralar, bilgiler vesaire vesaireler beyni patlatabilir mi diye düşünmedim değil.
Her zaman sözlerini, şairlerin mısraları, filozofların deyişleriyle, yazarların cinaslarıyla süsleyen insanlara imrenmişimdir. İmrenmekten öte galiba biraz da kıskandım. Tamam  işte bu kitapta da var bunun örneği. Kitabı benden önce okuyan birisi orasını burasını çizmiş, notlar almış. Şu ok işaretine göre yazar burada Arthur Miller’e, şu diğer öyküdeki şu sözde Sezai Karakoç’a gönderme yapmış, şu başka öyküde Mesneviye öykünmüş falan. Ben daha bu çok önemli yazarın çok kıymetli kitabını bu yaşa kadar fark edip okumamış olmanın ezikliğinden kurtulamamışken, kitabın benden önceki o çokbilmiş okuyucusunun lüzumsuz(!) karalamalarına maruz kalmak çok onur kırıcıydı.  

Ekranlı araçlar çıkalı kitap okuyuculuğu azaldı. Bu dönem öncesi doğanlar kitapların tadına varabiliyor hala ama yeni nesile kitap okumanın hazzını aşılamak, onları da bu zevkten mahrum bırakmamak gerekiyor. Hiçbir pc, tablet vs kitap gibi kokmuyor çünkü… 

14 Mayıs 2013 Salı

Serpil'den Masallar 4: ZÜMRÜT


                                     
                                                       ZÜMRÜT

                 Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken eski hamam içinde, masallar diyarında bir karı-koca yaşarmış. İkisi de orta yaşlı, huyu suyu düzgün, temiz yürekli imişler. Birbirlerini çok sever ve sayarlarmış. Bu yüzden çok mutlularmış. Bahçe içinde şipşirin bir evleri, geçimlerine yetecek kadar toprakları ve hayvanları varmış. Zaten aza kanaat eder, çok bulunca olmayanlarla paylaşırlarmış.
                 Bu mutlu yuvanın tek bir eksiği varmış; çocuk sesi. Her ikisi de çocukları çok sever, çocuk hasretiyle yanar tutuşurmuş ama ne var ki çocuk sahibi olmak nasip olmamış. Evde meşgul olacak, birlikte ağlayıp gülecek, cıvıl cıvıl oradan oraya koşuşturacak çocuklar olmayınca, iş güç bittiğinde zaman geçmek bilmezmiş. O vakit karı- koca atlarına biner, uzak yakın demez gezmeye çıkarlarmış.
                  Yine böyle bir gün sıkılıp vakit geçirmek için atlamışlar atlarına, konuşa gülüşe yola çıkmışlar. Bir taraftan dağların mis gibi çam kokusunu içlerine çekiyor, diğer taraftan çevrelerinde koşturup duran ceylanların, sincapların, tavşanların halleriyle neşeleniyorlarmış. Fark etmeden ormanın derinliklerine ilerlediklerinde, bir inilti sesiyle irkilmişler.  Atlarından inip sesin geldiği tarafa sessizce ilerlemişler. Bir de ne görsünler! Bir çalının dibine bırakılmış sepetin içinde bir kundak! Merakla kundağı kucaklayıp Örtüsünü açmışlar ki mini mini sevimli bir bebecik.. İkisi de hayretten donakalmış, çünkü bu bebek yeşil renkteymiş. Neye uğradıklarını şaşırmışlar. Bebeği kaptıkları gibi atlarına atlayıp kasabanın doktoruna koşmuşlar. Olanları anlatıp bebeği göstermişler. Ancak hasta zannettikleri bu yeşil bebek tamamen sağlıklıymış. Şaşkınlıklarının yerini bir süre sonra sevinç almış. Rengi ne olursa olsun onların da bir çocuğu varmış artık. Bu terk edilmiş sahipsiz bebeği pek ala kendi çocukları gibi büyütebilirlermiş. Bebeği kundağına sarıp neşeyle eve doğru yola koyulmuşlar.
                      Eve varır varmaz annecik bebeğin üstünü başını değiştirirken, babacık da hemen ağıla koşup süt sağmış. Kanını doyurunca bebek gülücükler dağıtmaya başlamış. Eh, bir isim bulmak lazımmış artık. Bu konuda çok zorlanmamışlar, yeşil renkli bu minik kıza “Zümrüt” adını koymuşlar. Zavallı karı-koca, yuvaları Zümrüt’le tamam olduğu için şimdi daha mutluymuşlar. Bütün geceyi heyecan ve sevinçten uyuyamayıp bebeği seyrederek geçirmişler.
                      Artık hayatları daha bir dolu, daha bir mutluymuş. Her geçen gün büyüyüp serpilen Zümrüt’ün ne arayanı varmış, ne soranı. Böyle olması bu yeni anne babanın işine geliyormuş çünkü birisinin gelip onu ellerinden alıvermesi korkusu daima zihinlerinin bir köşesini meşgul ediyormuş. Zümrüt’le ağlayıp Zümrüt’le gülen, hastalandığında başucundan ayrılmayan bu gönlü zengin çift, ona gerçek anne-baba sevgisi veriyorlarmış.
                      Günler haftaları, aylar yılları kovalamış ve Zümrüt büyüyüp okul çağına gelmiş. O zamana kadar hiç arkadaşı olmayan Zümrüt, ilk defa başka çocuklarla karşılaşacakmış. Anne ve babası o zamana dek onu kaybetmek korkusuyla hiç çiftlik dışına çıkarmadıklarından, nelerle karşılaşacaklarını bilmiyor ve en az Zümrüt kadar onlar da heyecan duyuyormuş. Gerçekten okulun ilk günü diğer çocuklar ve kasabalılar bu yeşil renkteki kızı merakla incelemeye başlamışlar. Kimisi bu hastalıklıdır diye okula girmesine karşı çıkmış, kimisi “bu kız büyücü” diye iftira etmiş. İnsanlar kendilerinden farklı görünen bu çocuğu aralarına almak istememişler. Tesadüfen oradan geçmekte olan kasaba doktoru, yıllar önce muayene ettiği bu çocuğu hatırlamış. Meselenin ne olduğunu anladıktan sonra oradakilerin önyargılarını gidermek için bir şeyler söylemek istediyse de kimseye dinletememiş. Çaresiz anne baba, kızlarını yanlarına alarak evlerine dönmüşler. Kızlarına bu durumu nasıl izah edeceklerini bilememişler. Kimsenin ağzını bıçak açmıyormuş.
                         Akşama doğru kapıları çalınmış. Gelen Öğretmen Hanımmış. Onlara mücadeleden vazgeçmemelerini, okula gitmenin Zümrüt’ün en doğal hakkı olduğunu anlattıysa da anne babası onun dışlanmasına ve daha fazla üzülmesine dayanamayacaklarını söylemişler. İyi kalpli öğretmen:
  --O zaman izin verirseniz her akşam okuldan sonra uğrayıp evde ders vereyim Zümrüt’e, demiş. Anne babası bunun için kendisine ödeme yapacak güçleri olmadığını söyleyince öğretmen:
  --Zaten ben sizden bunun için ücret talep etmiyorum ki. Bu çocuğun sırf renginden dolayı eğitim alamaması kabul edilir bir şey değil. Benim görevim bütün çocukları kucaklamak, demiş. Zümrüt’ün anne babası buna çok sevinmişler. Yeniden yüzleri gülmeye başlamış.
                            Hemen ertesi gün Zümrüt Öğretmen Hanımla derslere başlamış. Hem çok sevimli, hem de çok zeki olan bu kız kısa zamanda öğretmeninin sevgisini ve takdirini kazanmış. Dersler ilerledikçe öğretmen Zümrüt’teki yetenekleri keşfediyor ve zekasına hayran kalıyormuş. Ancak her geçen gün bu toplumdan farklı olduğu, buraya ait olmadığı düşüncesi zihnini daha fazla meşgul ettiğinden Zümrüt artık daha bir durgun, daha bir düşünceliymiş. Bu hali annesinin gözünden kaçmamış.
                          Bir gece annesi Zümrüt’ün hıçkırık sesiyle uykudan sıçramış. Odasına koştuğunda güzel kızını gözyaşları içinde ağlarken bulmuş. Sıcacık sevgisiyle sarılmış kızına:
 -- Neyin var benim ay parçam, nedir seni bu kadar üzen? diye  sormuş saçlarını nazikçe okşayarak.
 -- Anneciğim, neden ben herkesten farklıyım, ben sizin çocuğunuz isem neden benim tenimin rengi sizinkine benzemiyor? Ne olursun, benden sakladığınız bir şey varsa söyleyin. Bu şüphe beni bitiriyor, diye ağlamış Zümrüt’çük.
                         Anacığı onun bu haline dayanamamış ve onu nasıl bulduklarını bir bir anlatmış gözyaşları içinde. Zümrüt daha sıkı sarılmış annesine:
   -- Bunca zaman öz evladınız olmadığım halde bunu bana hissettirmeyip, kendi çocuğunuz gibi davrandığınız için şimdi sizi daha çok seviyorum anneciğim. Ama ne olur nereden geldim, bana benzeyen insanlar var mı birlikte arayalım olur mu? Annesi o zaman sandığı açmış ve kat kat kumaşlara sardığı bir kutu çıkarmış. Kutunun içinde üzerinde bilmedikleri bir dilde yazılar olan değerli taşlarla süslü bir madalyon varmış.
  -- Seni bulduğumuzda bu madalyon boynundaydı. Belki gerçek anne babanı bulmamıza yardımcı olur, demiş.
                        Zavallı annecik kızını kaybetme kokusuyla olanı biteni eşine anlatmış. Gerçek anne babasını bulmanın Zümrüt’ün en doğal hakkı olduğuna ve bu konuda ona sonuna kadar destek olmaya karar vermişler. Sabaha kadar uyuyamayan annesi yol hazırlıklarıyla vakit geçirmiş. Uyandığında Zümrüt anne ve babasını yola çıkmaya hazır bulmuş.
                       Önce Zümrüt’ü buldukları yere gitmeyi düşünmüşler bir ipucu bulabilmek için. Atlarına binip ormana doğru yol almaya başlamışlar. Hepsinin içinde garip bir heyecan varmış. Çok geçmeden aradıkları yeri bulmuşlar. Ancak çevrede kimsecikler yokmuş. Ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye devam ettiklerinde ağaçların arasında eski bir kulübe fark etmişler. Çevresi oldukça bakımsız olan kulübenin hafif aralık olan kapısından içeri girdiklerinde gözlerine inanamamışlar. Bütün duvarları tavana kadar kitapla dolu imiş ve ocağın başında kitap okumakta olan yaşlı adam onları fark etmemiş. Bir iki öksürüp orada olduklarını belli ettiklerinde yaşlı adam okuduğu kitaptan başını kaldırmış ve gelenlerin kim olduğunu anlamaya çalışmış. Karşılıklı şaşkınlıkları geçtiğinde ev sahibi  bu Tanrı misafirlerini buyur edip yer göstermiş. Zümrüt’ün babası yaşlı adama başlarından geçenleri anlatmış ve Zümrüt’ün gerçek anne babasını bulmak için bu bilge görünüşlü adamdan yol göstermesini istemiş. İhtiyar sakalını sıvazlayarak:
  --Peki bir ipucunuz var mı? Demiş. O zaman yanlarında getirdikleri madalyonu göstermişler. Yaşlı bilge madalyonu evirmiş, çevirmiş, üzerindeki yazıları çözmeye çalışmış. Sonra kendinden emin bir eda ile:
  -- Okuduğum kitaplara göre bu yazı, ormanın en kuytu yerinde yaşadığı söylenen ağaç perilerine ait gibi görünüyor. Oralara şimdiye dek gidebilen olmadı. Çünkü çok tehlikeli olan Dipsiz Mağarayı geçmek gerekiyor. Birbirinizi gerçekten seviyorsanız ve azimliyseniz bunu başarabilirsiniz. Yanınıza şu sihirli yumağı alın. O size yardımcı olacaktır, demiş.
                        Teşekkür edip vakit geçirmeden yola koyulmuşlar. Bir süre ilerledikten sonra mağaranın girişini bulmuşlar. Gerçekten çok ürpertici görünen mağaraya girmeden önce yollarını aydınlatmak için epeyce çıra toplamışlar. Daha sonra sihirli yumağın bir ucunu dışarıda bir ağaca bağlayıp el ele içeri girmişler. Ellerindeki çıraları ateşleyip ilerlemeye başlamışlar. Mağara bir daralıyor, bir genişliyor, bir türlü sonu gelmiyormuş. Ama hiç bitmeyen sihirli yumak sayesinde yollarını bulup kaybolmadan ilerliyorlarmış. O kadar çok yürümüşler ki artık ellerindeki çıralar bitmiş. Karanlıkta kaldıklarında birbirlerine daha bir sokulmuşlar. Ümitlerini kaybetmeden itinalı adımlarla yürümeye devam etmişler. Sonunda yorgunluktan çökmek üzere iken ilerde bir ışık fark etmişler. Son bir gayretle ışığa doğru yönelmişler.
                          Mağaranın öbür ucu bir tepenin yamacından üzeri sisle kaplı uçsuz bucaksız bir ormana açılıyormuş. Bu manzarayı gördüklerinde bütün yorgunluklarını unutuvermişler. Hemen ormanda ilerlemeye başlamışlar. Bir süre sonra aynı Zümrüt gibi yeşil derili kişilerle karşılaşmışlar. Onlara dost olduklarını ve reisleriyle görüşmek istediklerini anlatmaya çalışmışlar. Yeşil adamlar onları en yaşlılarının yanına götürmüşler. Bu da daha önce karşılaştıkları gibi bilge biriymiş ve her dili bilirmiş. Ona da başlarından geçenleri anlatıp madalyonu gösterdiklerinde yaşlı adam gözyaşları içinde ağlayarak Zümrüt’ü kucaklamış. Meğer Zümrüt Ağaç Perilerinin daha bebekken çalınan sevgili prensesleri değilmiymiş? Hemen padişah babasına ve biricik kızı kötü yürekli Kuzey Perisi tarafından kaçırıldığından beri hasta olan annesine haber verilmiş. Zavallı Padişah madalyonu tanımış. Annesi de kendisine tıpa tıp benzeyen güzel prensesini görür görmez iyileşmiş. Bu arada ona bu kadar iyi baktıkları için bu iyi yürekli insan oğullarına teşekkür etmişler. Hep birlikte kendi ülkelerinde yaşayıp, Zümrüt’ü birlikte yetiştirmeyi teklif etmişler. Onlar da kendi çocukları gibi sevdikleri Zümrüt’ten ayrılmamak için bu teklifi seve seve kabul etmişler. Bundan sonra Zümrüt kendi gibi olanlarla birlikte dışlanmadan yaşamanın tadını çıkarmış ve hayatı boyunca kimseyi farklılıklarından dolayı hor görmemiş.
                          Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…