ZÜMRÜT
Evvel zaman içinde, kalbur
saman içinde, pireler berber iken eski hamam içinde, masallar diyarında bir
karı-koca yaşarmış. İkisi de orta yaşlı, huyu suyu düzgün, temiz yürekli imişler.
Birbirlerini çok sever ve sayarlarmış. Bu yüzden çok mutlularmış. Bahçe içinde
şipşirin bir evleri, geçimlerine yetecek kadar toprakları ve hayvanları varmış.
Zaten aza kanaat eder, çok bulunca olmayanlarla paylaşırlarmış.
Bu mutlu yuvanın tek bir
eksiği varmış; çocuk sesi. Her ikisi de çocukları çok sever, çocuk hasretiyle
yanar tutuşurmuş ama ne var ki çocuk sahibi olmak nasip olmamış. Evde meşgul
olacak, birlikte ağlayıp gülecek, cıvıl cıvıl oradan oraya koşuşturacak
çocuklar olmayınca, iş güç bittiğinde zaman geçmek bilmezmiş. O vakit karı-
koca atlarına biner, uzak yakın demez gezmeye çıkarlarmış.
Yine böyle bir gün sıkılıp
vakit geçirmek için atlamışlar atlarına, konuşa gülüşe yola çıkmışlar. Bir
taraftan dağların mis gibi çam kokusunu içlerine çekiyor, diğer taraftan
çevrelerinde koşturup duran ceylanların, sincapların, tavşanların halleriyle
neşeleniyorlarmış. Fark etmeden ormanın derinliklerine ilerlediklerinde, bir
inilti sesiyle irkilmişler. Atlarından
inip sesin geldiği tarafa sessizce ilerlemişler. Bir de ne görsünler! Bir
çalının dibine bırakılmış sepetin içinde bir kundak! Merakla kundağı kucaklayıp
Örtüsünü açmışlar ki mini mini sevimli bir bebecik.. İkisi de hayretten
donakalmış, çünkü bu bebek yeşil renkteymiş. Neye uğradıklarını şaşırmışlar.
Bebeği kaptıkları gibi atlarına atlayıp kasabanın doktoruna koşmuşlar. Olanları
anlatıp bebeği göstermişler. Ancak hasta zannettikleri bu yeşil bebek tamamen
sağlıklıymış. Şaşkınlıklarının yerini bir süre sonra sevinç almış. Rengi ne
olursa olsun onların da bir çocuğu varmış artık. Bu terk edilmiş sahipsiz
bebeği pek ala kendi çocukları gibi büyütebilirlermiş. Bebeği kundağına sarıp
neşeyle eve doğru yola koyulmuşlar.
Eve varır varmaz annecik
bebeğin üstünü başını değiştirirken, babacık da hemen ağıla koşup süt sağmış.
Kanını doyurunca bebek gülücükler dağıtmaya başlamış. Eh, bir isim bulmak
lazımmış artık. Bu konuda çok zorlanmamışlar, yeşil renkli bu minik kıza
“Zümrüt” adını koymuşlar. Zavallı karı-koca, yuvaları Zümrüt’le tamam olduğu
için şimdi daha mutluymuşlar. Bütün geceyi heyecan ve sevinçten uyuyamayıp
bebeği seyrederek geçirmişler.
Artık hayatları daha bir
dolu, daha bir mutluymuş. Her geçen gün büyüyüp serpilen Zümrüt’ün ne arayanı
varmış, ne soranı. Böyle olması bu yeni anne babanın işine geliyormuş çünkü
birisinin gelip onu ellerinden alıvermesi korkusu daima zihinlerinin bir
köşesini meşgul ediyormuş. Zümrüt’le ağlayıp Zümrüt’le gülen, hastalandığında
başucundan ayrılmayan bu gönlü zengin çift, ona gerçek anne-baba sevgisi
veriyorlarmış.
Günler haftaları, aylar
yılları kovalamış ve Zümrüt büyüyüp okul çağına gelmiş. O zamana kadar hiç
arkadaşı olmayan Zümrüt, ilk defa başka çocuklarla karşılaşacakmış. Anne ve
babası o zamana dek onu kaybetmek korkusuyla hiç çiftlik dışına
çıkarmadıklarından, nelerle karşılaşacaklarını bilmiyor ve en az Zümrüt kadar
onlar da heyecan duyuyormuş. Gerçekten okulun ilk günü diğer çocuklar ve
kasabalılar bu yeşil renkteki kızı merakla incelemeye başlamışlar. Kimisi bu
hastalıklıdır diye okula girmesine karşı çıkmış, kimisi “bu kız büyücü” diye
iftira etmiş. İnsanlar kendilerinden farklı görünen bu çocuğu aralarına almak
istememişler. Tesadüfen oradan geçmekte olan kasaba doktoru, yıllar önce
muayene ettiği bu çocuğu hatırlamış. Meselenin ne olduğunu anladıktan sonra
oradakilerin önyargılarını gidermek için bir şeyler söylemek istediyse de
kimseye dinletememiş. Çaresiz anne baba, kızlarını yanlarına alarak evlerine
dönmüşler. Kızlarına bu durumu nasıl izah edeceklerini bilememişler. Kimsenin
ağzını bıçak açmıyormuş.
Akşama doğru kapıları
çalınmış. Gelen Öğretmen Hanımmış. Onlara mücadeleden vazgeçmemelerini, okula
gitmenin Zümrüt’ün en doğal hakkı olduğunu anlattıysa da anne babası onun
dışlanmasına ve daha fazla üzülmesine dayanamayacaklarını söylemişler. İyi
kalpli öğretmen:
--O zaman izin verirseniz her akşam okuldan
sonra uğrayıp evde ders vereyim Zümrüt’e, demiş. Anne babası bunun için
kendisine ödeme yapacak güçleri olmadığını söyleyince öğretmen:
--Zaten ben sizden bunun için ücret talep
etmiyorum ki. Bu çocuğun sırf renginden dolayı eğitim alamaması kabul edilir
bir şey değil. Benim görevim bütün çocukları kucaklamak, demiş. Zümrüt’ün anne
babası buna çok sevinmişler. Yeniden yüzleri gülmeye başlamış.
Hemen ertesi gün
Zümrüt Öğretmen Hanımla derslere başlamış. Hem çok sevimli, hem de çok zeki
olan bu kız kısa zamanda öğretmeninin sevgisini ve takdirini kazanmış. Dersler
ilerledikçe öğretmen Zümrüt’teki yetenekleri keşfediyor ve zekasına hayran
kalıyormuş. Ancak her geçen gün bu toplumdan farklı olduğu, buraya ait olmadığı
düşüncesi zihnini daha fazla meşgul ettiğinden Zümrüt artık daha bir durgun,
daha bir düşünceliymiş. Bu hali annesinin gözünden kaçmamış.
Bir gece annesi
Zümrüt’ün hıçkırık sesiyle uykudan sıçramış. Odasına koştuğunda güzel kızını
gözyaşları içinde ağlarken bulmuş. Sıcacık sevgisiyle sarılmış kızına:
-- Neyin var benim ay parçam, nedir seni bu
kadar üzen? diye sormuş saçlarını
nazikçe okşayarak.
-- Anneciğim, neden ben herkesten farklıyım,
ben sizin çocuğunuz isem neden benim tenimin rengi sizinkine benzemiyor? Ne
olursun, benden sakladığınız bir şey varsa söyleyin. Bu şüphe beni bitiriyor,
diye ağlamış Zümrüt’çük.
Anacığı onun bu haline
dayanamamış ve onu nasıl bulduklarını bir bir anlatmış gözyaşları içinde.
Zümrüt daha sıkı sarılmış annesine:
-- Bunca zaman öz evladınız olmadığım halde
bunu bana hissettirmeyip, kendi çocuğunuz gibi davrandığınız için şimdi sizi
daha çok seviyorum anneciğim. Ama ne olur nereden geldim, bana benzeyen
insanlar var mı birlikte arayalım olur mu? Annesi o zaman sandığı açmış ve kat
kat kumaşlara sardığı bir kutu çıkarmış. Kutunun içinde üzerinde bilmedikleri
bir dilde yazılar olan değerli taşlarla süslü bir madalyon varmış.
-- Seni bulduğumuzda bu madalyon boynundaydı.
Belki gerçek anne babanı bulmamıza yardımcı olur, demiş.
Zavallı annecik kızını
kaybetme kokusuyla olanı biteni eşine anlatmış. Gerçek anne babasını bulmanın
Zümrüt’ün en doğal hakkı olduğuna ve bu konuda ona sonuna kadar destek olmaya
karar vermişler. Sabaha kadar uyuyamayan annesi yol hazırlıklarıyla vakit
geçirmiş. Uyandığında Zümrüt anne ve babasını yola çıkmaya hazır bulmuş.
Önce Zümrüt’ü buldukları
yere gitmeyi düşünmüşler bir ipucu bulabilmek için. Atlarına binip ormana doğru
yol almaya başlamışlar. Hepsinin içinde garip bir heyecan varmış. Çok geçmeden
aradıkları yeri bulmuşlar. Ancak çevrede kimsecikler yokmuş. Ormanın
derinliklerine doğru ilerlemeye devam ettiklerinde ağaçların arasında eski bir
kulübe fark etmişler. Çevresi oldukça bakımsız olan kulübenin hafif aralık olan
kapısından içeri girdiklerinde gözlerine inanamamışlar. Bütün duvarları tavana
kadar kitapla dolu imiş ve ocağın başında kitap okumakta olan yaşlı adam onları
fark etmemiş. Bir iki öksürüp orada olduklarını belli ettiklerinde yaşlı adam
okuduğu kitaptan başını kaldırmış ve gelenlerin kim olduğunu anlamaya çalışmış.
Karşılıklı şaşkınlıkları geçtiğinde ev sahibi
bu Tanrı misafirlerini buyur edip yer göstermiş. Zümrüt’ün babası yaşlı
adama başlarından geçenleri anlatmış ve Zümrüt’ün gerçek anne babasını bulmak
için bu bilge görünüşlü adamdan yol göstermesini istemiş. İhtiyar sakalını
sıvazlayarak:
--Peki bir ipucunuz var mı? Demiş. O zaman
yanlarında getirdikleri madalyonu göstermişler. Yaşlı bilge madalyonu evirmiş,
çevirmiş, üzerindeki yazıları çözmeye çalışmış. Sonra kendinden emin bir eda
ile:
-- Okuduğum kitaplara göre bu yazı, ormanın
en kuytu yerinde yaşadığı söylenen ağaç perilerine ait gibi görünüyor. Oralara
şimdiye dek gidebilen olmadı. Çünkü çok tehlikeli olan Dipsiz Mağarayı geçmek
gerekiyor. Birbirinizi gerçekten seviyorsanız ve azimliyseniz bunu başarabilirsiniz.
Yanınıza şu sihirli yumağı alın. O size yardımcı olacaktır, demiş.
Teşekkür edip vakit
geçirmeden yola koyulmuşlar. Bir süre ilerledikten sonra mağaranın girişini
bulmuşlar. Gerçekten çok ürpertici görünen mağaraya girmeden önce yollarını
aydınlatmak için epeyce çıra toplamışlar. Daha sonra sihirli yumağın bir ucunu
dışarıda bir ağaca bağlayıp el ele içeri girmişler. Ellerindeki çıraları
ateşleyip ilerlemeye başlamışlar. Mağara bir daralıyor, bir genişliyor, bir
türlü sonu gelmiyormuş. Ama hiç bitmeyen sihirli yumak sayesinde yollarını
bulup kaybolmadan ilerliyorlarmış. O kadar çok yürümüşler ki artık ellerindeki
çıralar bitmiş. Karanlıkta kaldıklarında birbirlerine daha bir sokulmuşlar.
Ümitlerini kaybetmeden itinalı adımlarla yürümeye devam etmişler. Sonunda
yorgunluktan çökmek üzere iken ilerde bir ışık fark etmişler. Son bir gayretle
ışığa doğru yönelmişler.
Mağaranın öbür ucu
bir tepenin yamacından üzeri sisle kaplı uçsuz bucaksız bir ormana açılıyormuş.
Bu manzarayı gördüklerinde bütün yorgunluklarını unutuvermişler. Hemen ormanda
ilerlemeye başlamışlar. Bir süre sonra aynı Zümrüt gibi yeşil derili kişilerle
karşılaşmışlar. Onlara dost olduklarını ve reisleriyle görüşmek istediklerini anlatmaya
çalışmışlar. Yeşil adamlar onları en yaşlılarının yanına götürmüşler. Bu da
daha önce karşılaştıkları gibi bilge biriymiş ve her dili bilirmiş. Ona da
başlarından geçenleri anlatıp madalyonu gösterdiklerinde yaşlı adam gözyaşları
içinde ağlayarak Zümrüt’ü kucaklamış. Meğer Zümrüt Ağaç Perilerinin daha
bebekken çalınan sevgili prensesleri değilmiymiş? Hemen padişah babasına ve
biricik kızı kötü yürekli Kuzey Perisi tarafından kaçırıldığından beri hasta
olan annesine haber verilmiş. Zavallı Padişah madalyonu tanımış. Annesi de
kendisine tıpa tıp benzeyen güzel prensesini görür görmez iyileşmiş. Bu arada
ona bu kadar iyi baktıkları için bu iyi yürekli insan oğullarına teşekkür
etmişler. Hep birlikte kendi ülkelerinde yaşayıp, Zümrüt’ü birlikte
yetiştirmeyi teklif etmişler. Onlar da kendi çocukları gibi sevdikleri
Zümrüt’ten ayrılmamak için bu teklifi seve seve kabul etmişler. Bundan sonra
Zümrüt kendi gibi olanlarla birlikte dışlanmadan yaşamanın tadını çıkarmış ve
hayatı boyunca kimseyi farklılıklarından dolayı hor görmemiş.
Onlar ermiş muradına,
biz çıkalım kerevetine…