Merhabalar,
Annemden masallar başlığında yayınladığım masallar orjinal Kafkas masallarıdır. Ben de masallarımı yazarken dinlediğim masalların temalarını kullanarak yazmaya çalıştım. Anneler günü adına bloğumda birşeyler paylaşmayı düşünürken, doğuya dayatılan Anneler Günü'nün aslında batının ihtiyacı olduğu kanaatine vardım. Batı masallarında ( Külkedisi, Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel vs) kötü karakterler hep kadın kılığında. Külkedisinin ve Pamuk Prensesin üvey anneleri nezdinde anneler de kutsal değil. Cadılar dişi cinsiyetle resmedilmiş. Ortaçağda binlerce kadının cadılık suçuyla yakılması masalların etkisiyle mi oldu yoksa bu vahşet masallara mı yansıdı bilinmez. Oysa doğu masallarında kadınlar anadır, yardır kısaca kutsaldır. Kötü karakterler devler ve ejderhalardır.
Dolayısıyla bizlerin annelerimizin kıymetini bilmek, onları arayıp sormak, hediye ile gönlünü almak için anneler gününe ihtiyacımız yok değil mi.
Tüm annelere hürmetlerimle...
HAKKIMDA
- Serpil Özsaray
- Merhaba, Bizim çocukluğumuzda, yani televizyon ve bilgisayarın olmadığı yıllarda, akşam yemekten sonra sofra toplanır, babalar gazeteye göz atarken devasa büyüklükteki ahşap radyolardan ajans dinlerdi. Büyük ablalar fotoroman, ağabeyler Teksas ile zaman geçirirdi. Anneler bir yandan kızlarının çeyizlerine dantel örerken, bir yandan da dizlerine yatmış ufaklığa masal anlatırdı hafiften. O ufaklıklar masal eşliğinde hayallere dalar, çölleri, denizleri geçer, Kaf Dağına ulaşır, oradan uykunun kollarına kanat açardı. Aslında gözleri ellerindeki kitaplarda olsa da, o abla ve ağabeylerin de kulakları kim bilir kaçıncı kez kendilerinin de bir zamanlar severek dinlediği anne masallarında olurdu. Burada çocukluğumun tatlı hatıraları arasında, hayal dünyamı genişleten o anne masallarıyla birlikte, benim kendi çocuklarıma anlattığım kendi masallarımı ve diğer bilinen çocuk masallarını paylaşmak istedim. Sizler de dizinize yatan kardeşinize, çocuğunuza ve hatta kendinize anlatasınız, masal dünyasının uçsuz bucaksız macerasına katılasınız diye
11 Mayıs 2013 Cumartesi
9 Mayıs 2013 Perşembe
Serpil'den Masallar 3: Keloğlan
KELOĞLAN
Siz hiç Keloğlan’ın nasıl kel
kaldığını merak ettiniz mi? Bir zamanlar onun da sırma gibi saçları varmış.
Ancak tembelliği yüzünden o güzelim saçlarından olmuş. Nasıl mı? Dinleyin
bakalım…
Bir gün anacığı Keloğlan’ı ormana odun
toplasın diye göndermek istemiş. Keloğlan:
-- Pekâla anacığım, emrin başım üstüne, diyeceği
yerde;
-- Bu
dünyada insana bir rahat yüzü yok mudur? Hep çalış, hep çalış… Sen çalıştın da
bu zamana kadar, bir şey sahibi olabildin mi? Rahat bırak anacığım beni, şurada
tatlı tatlı kurduğum düşleri bozma, diye diklenmiş.
Anası öyle hiddetlenmiş ki bu
sözlere, bastonu aldığı gibi haylaz oğlunun üstüne yürümüş. Keloğlan bakmış ki
anasının gözü dönmüş, şakası yok, hemen toparlanıp tabana kuvvet kaçmaya
başlamış. Zavallı ihtiyar kadın, koşup yetişemez ya, bir-iki ardından seğirtip
nefes nefese, hayırsız oğulcağızının arkasından ah edip söylenmiş:
-
Bu oğlan adam olmaya olmaz ya, Yüce Mevlâ’m, ne olur ele ayağa düşürüp beni bu
hayırsıza muhtaç bırakma, diye dua etmiş, oracığa diz çöküp.
Keloğlan anacığının hışmından
kurtulup ormana kaçmış. Kendisine gölgesine yatıp düş kuracağı bir ağaç
bakınırken, önceki gelişinde kurduğu kuş kapanında bir feryat işitmiş. Bir de
bakmış ki, sanki cennetten kopup gelmiş, her kanadında gökkuşağının bütün
renkleri pırıl pırıl parıldayan harikulade bir kuş çırpınıp duruyor. Keloğlanı
görümce kuş dile gelmiş.
-
Ey insanoğlu;
beni bu durumdan kurtarırsan, ben de senin bir dileğini yerine getiririm, diye
yalvarmış.
Keloğlan:
-
Haydi canım, öyle
sihirli güçlerin olsa önce kendine hayrın dokunur, diye alay etmiş.
Kuş:
-
Ben yalnızca başkalarının dileklerini yerine
getirebilirim, diye cevap vermiş.
Keloğlan söylediklerine pek inanmamış ama
bu kadar güzel bir kuşun da eziyet çekmesine gönlü razı olmamış. Kuşu kurtarmış
kapandan.
--
Haydi marifetini göster. Ben öyle bir tek dilekle yetinmem. Lazım olduğunda
kullanacağım bir sürü dilek hakkım olmalı, demiş. Kuş ise:
--
Öyleyse saçının her bir telini bir dilek teli haline getirdim. Dileğini tutup,
saçından bir tel kopardığında dileğin gerçekleşir. Yalnız dileklerini akıllıca
kullanmalısın. Çünkü kopardığın saçlarının yerine yenisi çıkmayacak, demiş ve
uçup gitmiş.
Keloğlan pek sevinmiş. Denemek için hemen
üstüne başına yeni urbalar dileyerek bir saç teli koparıp rüzgâra bırakmış. Bir
anda pırıl pırıl, yepyeni kıyafetlere bürünmüş. Keloğlanın keyfine diyecek
yokmuş, çünkü artık çalışmasına gerek kalmayacakmış. Anasının dırdırından da
kurtulacakmış.
Hemen eve koşmuş. Anacığı onu böyle
gösterişli kıyafetlerin içinde görünce oğlunu tanımakta zorlanmış. Keloğlan
başına gelenleri bir bir annesine anlatmış
-
Artık çalışmaya
çabalamaya gerek yok, sıkıntılı günlerin geride kaldı anacığım. Artık
beğenmediğin oğlun elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyecek, rahat edeceksin,
demiş
Keloğlan saçlarını yola yola önce bir yeni ve güzel
bir ev,, eşyalar, hizmetçiler, dolu dolu sofralar, altın mücevher, sonra da
yine böyle geçici dünyalık şeyler dilemiş. En ufak bir çalışma gayret
göstermiyor, her işini oturduğu yerden saçlarını kopara kopara hallediyormuş.
Annesi bu varlığa sevinemiyor, aksine bu durumun oğlunun tembelliğini ve
vurdumduymazlığını artırmasından dolayı üzülüyormuş. Elinden geldiğince, dili
döndüğünce anlatmaya çalışıyormuş ama Keloğlan’ın bir kulağından girip
öbüründen çıkıyormuş. Keloğlan kim, ana sözü dinlemek kim.
Gerçekten kopan tellerin yerine yenisi gelmemiş ve
Keloğlanın sırma saçları giderek azalmaya başlamış. Fakat Keloğlan bunu da
umursamıyormuş.
-
Hala kafamda
birçok tel var. Bir gün saçlarımın yeniden çıkmasını dilerim, olur biter
diyormuş. Sonunda tek tel saçı kalmış. Keloğlan onu koparıp saçlarının çıkmasını
dilemiş ama son tel saçı rüzgârda savrulurken kafasında bir değişiklik olmamış.
O zaman kuşun söylediklerini hatırlayıp dövünmeye başlamış ama ne çare.
Saçlarına tekrar kavuşmak için gitmediği hekim,
sürmediği merhem kalmamış. Nafile. Elinde avucundaki de zamanla eriyip gitmiş.
Öyle ya hazıra dağ mı dayanır?
Neticede haydan gelen huya gitmiş. Keloğlan başladığı
yere dönmüş beş parasız ve kel olarak. Derler ki Keloğlan ancak o zaman anlamış
insanın çalışarak kazandıklarının kalıcı olduğunu. Keloğlan tembelliğinin
bedelini saçlarını kaybederek ödemiş. Ama miskinliğinden vazgeçmek onun için
büyük kazanç olmuş. Bir daha anacığını hiç üzmemiş. Helal kazanç için elinden
geleni yapmış, kolay kazançlara yüz vermemiş. Alın teri ile kazandığının da
kıymetini bilmiş. Karşılığında anacığının hayır dualarını almış.
İşte böyle, anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul
zurna az…
Serpil'den Masallar 2: Mercan Adası
Bir varmış bir yokmuş, evvel
zaman içinde Basra denilen koca şehirde Veys adında bir balıkçı yaşarmış. Kendi
halinde kimseye zararı olmayan, kendi yağında kavrulan dürüst ve efendiden bir
adammış. Gözü kimsenin aşında ekmeğinde değilmiş, çalışıp çabalayıp helalinden
kazanma derdindeymiş. Veys’in kendi gibi
kanaatkar bir karısı, bir de ufak oğlu varmış. Sabah gün doğmadan sevgili
karısıyla helalleşir, oğlunu öpüp koklar ve teknesine atladığı gibi rüzgarda
süzülüp gözden kaybolurmuş. Akşam kısmetinde ne varsa tutup getirdiği balıkları
çarşıda satar, evinin ihtiyaçlarını görürmüş. Minik oğlu Halil babasının
dönüşünü dört gözle beklermiş. Zavallı karısı da bütün gün evinin işini yapıp
bir yandan da Veys denizden sağ salim dönsün diye dualar edermiş. Akşam bir araya
gelince sevinçle kucaklaşırlar ve Allah ne verdiyse yiyip şükrederlermiş.
Son zamanlarda Veys eskisi
kadar balık tutamaz olmuş. Sadece kendisi değil, diğer balıkçılar da denizden
eli boş dönmeye başlamışlar. Hepsini bir sıkıntıdır almış. Çoluk çocuğun
rızkını nasıl temin edeceğiz derdine düşmüşler. Bazıları eş dost yardımıyla
başka işlerde çalışmaya başlamış. Ancak Veys’in biricik karısı ve çocuğundan
başka kimsesi yokmuş. Zaten balıkçılıktan başka meslek de bilmezmiş. Bir gün limandaki kahvehanelerden birine yolu
düşmüş. Oradaki denizcilerin konuşmalarına kulak misafiri olmuş. Bu
denizciler çok uzaklardaki Hint adaları
hakkında konuşuyorlarmış. Bu adalarda denizin ne kadar bereketli olduğundan,
her türden balık ve dünyada eşi görülmeyecek inci ve mercanlardan bahsediyorlarmış.
Bu inciler öyle iri öyle benzersizmişler ki dünyadaki tüm prenses ve kraliçeler
bu incilere sahip olmak isterlermiş. Hele de pek az bulunan siyah inci de Hint
denizinde bulunurmuş. Birkaç hafta sonra
kalkacak olan bir geminin Hint adalarına gideceğini öğrenen Veys çoluk
çocuğunun rızkını gurbette aramayı kafasına koymuş. “Bir sene oralarda çalışıp
inci çıkarsam ailemi birkaç sene geçindirecek para biriktirebilirim. O zamana
kadar denizdeki kıtlık da azalır” diye düşünmüş.
Akşam evine gelince meseleyi
hanımına anlatmış içi burkularak. Zavallı karısının gözyaşları da Veys’in
hayalini kurduğu inci taneleri gibi dökülmeye başlamış. Kadıncağız:
_Ey benim efendiciğim, ben
senden allı güllü fistanlar mı istedim, dolu dolu sofralar mı? Bilmez misin ben
aza kanaat ederim. Gerekirse ekmeğimizi katıksız yiyelim, her gün oruca niyet
edelim. Gel vazgeç bu sevdadan. Beni de oğlunu da hasretinle perişan etme. Bizi
buralarda bir başımıza bırakma. Dediyse de vazgeçirememiş Veys’i kararından.
_Zaten şimdiye kadar size
gün gördüremedim. Bir sene nedir ki, göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Allah’ın
izni ile döndükten sonra da seni bir eli yağda bir eli balda yaşatırım diyor,
karısını ikna etmeye çalışıyormuş.
En sonunda kadıncağız
boynunu bükmüş, kaderine razı olmuş. Veys birkaç gün içinde teknesini ve av
malzemelerini satıp karısına ve çocuğuna kendisi yokken yetecek kadar erzak
almış ve bir miktar da para bırakmış. Bütün bunlar yaşanırken karısı hiç sesini
çıkarmamış ama gözünün yaşı da eksik olmamış. Nihayet yolculuk zamanı gelmiş.
Ailesiyle limanda vedalaşan Veys yanına aldığı birkaç parça eşyası ile birlikte
gemiye binmiş. Gemi yelkenlerini şişirip suda süzülmeye başladığında Veysin
karısı da buğulu gözlerle yavrusunu bağrına basmış. Gemi gözden kaybolana kadar
öylece ufka bakakalmış.
Kadıncağız her gün kocasının
sağ salim gelmesi için dua ediyor, limana gemi yanaştığına dair bir haber alır
almaz, koşup gelenlerin içinde kocası var mı diye saatlerce limanda bekliyormuş.
Bir taraftan da üzüntüsünü oğlu Halile hissettirmemeye çalışıyormuş ama Halil
zeki bir çocukmuş. Annesinin ne kadar üzgün olduğunun, günden güne mum gibi eriyip
gittiğinin farkındaymış. Sonunda üzüntüden yatağa düşen kadıncağız birkaç ay
içinde hayata gözlerini yummuş. Zavallı Halil babasından ayrıldığı yetmiyormuş
gibi, şimdi de annesiz, kimsesiz kalmış. Birkaç gün komşular Halil’i avutmaya
çalışmış. Ancak Halil yapayalnız kaldığı bu şehirde daha fazla durmak
istemiyormuş. Annesinden babasının Hint adalarına gittiğini duymuş olan Halil ne
kadar uzak olursa olsun o da gidecek ve babasını bulmadan geri dönmeyecekmiş.
Limanda dolaşıp bekleyen
gemilerin ne tarafa gideceklerini araştırmaya başlamış. Nihayet Hint adalarına
gidecek olan gemi limana yanaşmış. Limanda bir koşturmadır gidiyormuş. Gemiye
erzak temin etmeye çalışan mürettebatın sesleri, gemiye mallarını yükleyen tüccarların
telaşına karışıyormuş. Bu kargaşa arasında kimseye fark ettirmeden gemiye binip
ambara saklanmış. Yanına pek fazla bir şey almamışmış ama ambarda yiyecek bulmak
çok da zor değilmiş. Birkaç gün içinde gemi limandan ayrılmış.
Halil gündüzü uyuyarak
geçiriyor, gece el ayak çekilince kimseye görünmeden güverteye çıkıp biraz hava
alıyormuş. Bu şekilde birkaç hafta
geçirmiş. Ancak bir gün tayfalardan biri Halil’i fark etmiş ve yakalayıp
kaptana getirmiş. Kaptan çok sinirlenmiş. Bedavacı yolculardan hiç
hoşlanmıyormuş. Bu yolcu küçük bir çocuk olsa bile.
_Sana şimdiye kadar kaçak
yolculara ne yapıyorsak onu yapacağım. Atın şunu denize!
Halil’in gözleri korkuyla fal
taşı gibi açılmış. Bu adamın hiç şakası yokmuş. Koskoca denizde hayatta kalma
şansı olmazmış. Yalvarmaları kaptanı yumuşatmaya yetmiyormuş. Nihayet geminin
ihtiyar aşçısı kaptana seslenmiş.
_Hey kaptan, bana söz
verdiğin yardımcıyı almadın. Bari bunu denize atma da ben ayak işlerinde
kullanayım. Her şeye yetişemiyorum. Biraz işimi hafifletmiş olursun.
Kaptan biraz duraksamış.
Aslında küçük bir çocuğu denize atmak ona da hoş gelmiyormuş. Ama mürettebatı
arasında saygınlığını korumak için böyle acımasız işler yapmak zorunda olduğunu
zannediyormuş. Aşçının teklifi hoşuna gitmiş. Böylece Halil’in hayatı
kurtulmuş. Halil hayatını kurtaran aşçının ellerine sarılmış. Teşekkür etmiş.
Aşçı herkesin içinde yüz vermemiş Halil’e.
_Sevinmek için acele etme.
Belki de kurtulduğuna pişman olacaksın. Çünkü gece gündüz çalıştıracağım seni,
demiş.
Halil’i alıp mutfağa
götürmüş. Yalnız kalınca başından geçenleri anlattırmış. Çok acımış bu temiz
yürekli çocuğa.
_Sakın ayak altında dolaşma
ve üzerine vazife olmayan şeylere karışma. Benim yanımda olduğun sürece bir
şeyden korkmana gerek yok. İnşallah kısa zamanda babana kavuşursun, demiş.
Böylece Halil aşçının
yanında çalışmaya başlamış. Aşçı da gücü yettiğince her işe koşan bu çalışkan
çocuğu kendi çocuğu gibi sevmiş, kollamış. Kimi zaman fırtınalı kimi zaman
güneşli günler geçmiş. Bazen dalgalı bazen sakin denizde ilerlemişler. Nihayet
Hint adalarına ulaşmışlar. Burada irili ufaklı birçok ada varmış ve her bir ada
cennetten bir parçayı andırırcasına göz kamaştırıyormuş. Halil buralarda daha
önce görmediği ağaçlar, yemişler ve hayvanlarla karşılaşmış.
Gemi bir adadan öbürüne
geçtikçe Halil İhtiyar aşçıyla birlikte gemiden iniyor, erzak tedarik ederken
limanda çalışanlara, esnaflara babasını tarif ediyormuş. Ancak tanıyan birine
rastlamamış. Gittikçe umutları tükeniyormuş. Babasını hiç bulamama korkusu
sarmaya başlamış içini. Aramayı bırakmamaya karar vermiş kendi kendine. Zaten
gidecek bir yeri, sığınacak başka bir akrabası da yokmuş.
Gemi son adaya doğru yola
çıktıktan bir süre sonra şiddetli bir fırtına kopmuş. Dev gibi dalgalar gemiyi
oradan oraya savurup kayalıklara doğru sürüklüyormuş. Nihayet çok büyük bir
dalga ile gemi kayalıklara çarpıp parçalanmış. Gemidekilerin büyük bir kısmı
boğulmuş. Halil ise bir tahta parçasına sımsıkı tutunmuş. Birkaç saat sonra
fırtına dinmiş. Halil tahta parçasıyla birlikte günlerce sürüklendikten sonra
nihayet küçük bir adanın kumsalından karaya çıkabilmiş. Yorgunluk, açlık ve
susuzluktan öyle bitkinmiş ki bir müddet orada kendinden geçmiş. Gözlerini
açtığında kendini birçok maymunun arasında bulmuş. Maymunlar daha önce
görmedikleri insan denilen bu yaratığa korku ile bakıyorlarmış. Halil hiç
korkmamış. Gülümsemiş sadece. Maymunlar da ondan zarar görmeyeceklerini anlayıp
sevinç içinde el çırpmaya, zıplamaya başlamışlar. İçlerinden ufak olan bir
tanesi elindeki muzu Halile uzatmış. Halil sevinçle mideye indirmiş muzu. Aç
olduğunu anlayan diğer maymunlar hemen çevredeki ağaçlardan meyve toplayıp
getirmişler. Halil meyveleri büyük bir iştahla yerken, maymunlar da hayret
içinde onu seyrediyorlarmış.
Biraz toparlandıktan sonra
maymunlarla birlikte adayı dolaşmaya başlamış. Küçük bir mercan adası imiş
burası. Ortasında ufacık bir tepe, tepenin eteğinden kaynayıp gelen bir dere,
çeşit çeşit meyveli ağaçlarla cennet bahçesi gibi bir yermiş. Halil burada
maymunlarla koşup oynayarak, acıktıkça lezzetli meyvelerden yiyerek zaman
geçirmiş. Ara sıra küçük tepeye çıkıyor, gelen geçen bir gemi var mı diye
bakıyormuş. Bazen de denize dalıyor, dipteki mercanları seyrediyor, balıklarla
birlikte yüzüyormuş. Su altında yüzebilmeyi iyi bir balıkçı olan babasından
öğrenen Halil, deniz altında babasının uğruna gurbete çıktığı incilere de
rastlamış ve bir miktar da bunlardan toplamış. Bu adada her türlü tehlikeden
uzakta ve her ihtiyacı elinin altında imiş ama Halil yine de mutlu değilmiş.
Babasını çok özlüyormuş.
Bir gün sualtında vakit
geçirirken ileride bir hareketlenme fark etmiş. Merakla oraya yönelmiş. Bir de
ne görsün. Güzeller güzeli bir deniz kızı, kuyruğu mercan kayalıklarına
sıkışmış, kurtulamıyor, acı içinde çırpınıyormuş. Bu yarısı insan, yarısı balık
şeklinde bir yaratıkmış. Upuzun altın sarısı saçları, bebek gibi pürüzsüz teni,
rengarenk pullarla kaplı bir kuyruğu varmış. Bakıp da hayran olmamak mümkün
değilmiş. Halil hemen oraya doğru yüzüp, kızcağızı kurtarmış. Onu sahile
götürmüş. Maymunların bulup getirdiği şifalı otlarla yarasına pansuman yapmış.
İyileştirmiş. Ne yazık ki deniz kızı insan gibi konuşamıyor, incecik tiz
anlaşılmaz sesler çıkarıyormuş. Deniz kızı artık yüzebilecek kadar iyileşince
Halile kendisini denize götürmesini işaret etmiş. Halil de karada
yaşayamayacağını tahmin ettiği deniz kızından ayrılmak vaktinin geldiğini
anlamış. Onu incitmeden kaldırıp suya bırakmış. Fakat deniz kızı gitmiyor,
Halil’in kendisiyle gelmesini işaret ediyormuş. Halil de hemen suya dalmış ve
deniz kızının arkasından derinliklerde ilerlemeye başlamış. Bir süre yol
aldıktan sonra dehliz gibi bir yerden geçip deniz altında bir mağaraya
gelmişler. Bu dev mağaranın içinde denizler padişahının sarayı varmış. Meğer
Halil’in yardım ettiği deniz kızı da bu padişahın kızıymış. Deniz kızının
döndüğünü gören sualtı canlıları sevinçle prenseslerini karşılamışlar ve onu
Halil ile birlikte padişahın huzuruna çıkarmışlar. Deniz kızı babasıyla
kucaklaşmış. Bu manzara babasından ayrı olan Halili duygulandırmış. Kızcağız
kendi dilince Halil’in yardımlarını anlatmış. Denizler padişahı Halile dönmüş:
_Ey insanoğlu, görüyorum ki
sen yaşından beklenmeyecek kadar mert ve akıllı bir delikanlısın. Diğerleri
gibi acımasız ve merhametsiz değilsin. Şimdiye dek deniz canlıları insanlardan
hep kötülük görmüştür. İnsanoğlu deniz altındaki hazinelerimize ve canlarımıza
musallat olmuştur hep. Ama sen onlardan farklısın. Zaten kızım onun için buraya
getirmiş seni. Bize yaptığın iyilik için çok teşekkür ederim. Dile benden ne
dilersen, demiş. Halil:
_Teşekküre gerek yok, ben
yapmam gerekeni yaptım. Ama eğer gücünüz yeterse kızınızın size kavuşması gibi
ben de babama kavuşmak isterim, demiş gözleri dolarak. Sonra da başından
geçenleri bir bir anlatmış. Denizler padişahı çok etkilenmiş bu hikayeden. Konuşulanları
dinleyen yunus muhafız:
_Padişahım birkaç ay önce
b,ir fırtına sonrası denizde çocuğun tarifine benzer bir adam görmüştük. Bir
sal üzerinde tek başına idi. Fark ettirmeden salını en yakındaki Maçin ülkesine
giden bir gemiye yaklaştırdık. Onu gemiye aldılar. Zannedersem o ülkeye
gitmiştir demiş. Padişah:
_Maçin kıyılarındaki deniz
canlılarına haber gönderin. Oradaysa alsınlar getirsinler, demiş.
Hemen haberciler yola
çıkmış. O zamana kadar Halil sarayda misafir olmuş. Ellerinden geldiğince iyi
ağırlamışlar Halili. Bu arada Padişahın habercileri Maçin kıyılarına
ulaşmışlar. Buradaki yunuslardan biri ben o adamı biliyorum. Her akşam üstü
kayalıklardan denizi seyredip ağlar durur demiş. Birlikte tarif ettiği yere
gitmişler ve adamcağızı o vaziyette bulmuşlar. Dile gelip seslenmişler:
_Hey, insanoğlu, adın nedir
senin?
Adam hem şaşırmış, hem de
çok korkmuş. Nasıl korkmasın balığın biri adeta bir insan gibi kendisi ile
konuşuyormuş. Rüyada mıyım diye yoklamış kendini, değil.
_Veys demiş korkuyla. Balık
_Basralı mısın ve Halil diye
bir oğlun var mı? Diye sormuş yeniden.
_Sen nereden biliyorsun?
_Oğlun padişahımızın
yanında, afiyette. Dilersen seni de yanına götürelim.
_Tabii isterim, yalnız
nasıl olacak bu?
Balığın söylemesi ile denize
atlamış. Balık daha önce görmediği mavi bir inciyi Veyse vermiş ve ağzına
koymasını söylemiş.
_Bu sihirli bir incidir.
Bunu ağzında tut. Sakın yutma. Bu sayede bizler gibi sıkıntı çekmeden deniz
altında yol alabileceksin, demiş. Veys söyleneni yapmış ve haberci balıklarla
birlikte denizler padişahının sarayına doğru süzülmeye başlamışlar. Uzun bir
yolculuk sonrası saraya ulaşmışlar. Baba ile oğlunun kavuşması çok dokunaklı
olmuş. Bir müddet koklaştıktan sonra padişah ondan da hikayesini anlatmasını
istemiş. Aynı muhafız Yunusun anlattığı gibi fırtınada bindiği gemi batan Veys
kendini kurtaran gemi ile Maçine gitmiş. Aylardır da memleketine gidecek bir
gemi bekliyor, evladının ve eşinin hasretiyle yanıyormuş. Halil annesinin
ayrılığa dayanamayıp vefat ettiğini öğrenince hıçkırıklara boğulmuş Veys. Biraz
sonra İnşallah ahrette kavuşuruz deyip toparlanmış.
Padişah, sizi memleketinize
de göndereyim de tamam olsun demiş. Baba oğul çok sevinmişler. Hemen
hazırlıklar yapılmış. Padişah içi inci, yakut, zümrüt ile dolu bir sandık
hediye etmiş. Bunlar ölene kadar rahat bir hayat yaşamalarına yetermiş. Çok
sevinmişler. Vedalaşıp ağızlarına konulan sihirli incilerin marifetiyle yola
çıkmışlar. Günlerce süren yolculuk sonrası Basra kıyılarına ulaşmışlar.
Balıklarla vedalaşıp evlerine dönmüşler. Veys balıklardan gördüğü bunca iyilik
sonrası balıkçılık yapmaktan vazgeçmiş. Yanlarında getirdikleri hazinenin bir
bölümü ile bir miktar toprak alıp toprağı işleyerek hayatlarını kazanmaya
başlamışlar. Hazıra dağ dayanmazmış çünkü. Bir taraftan da zorda olanın, darda
kalanın sığınacağı liman olmuşlar.
Gökten üç elma düşmüş. Biri
anlatana, biri dinleyene, diğeri de başına ne gelirse gelsin doğruluktan
ayrılmayan ve ümidini yitirmeyenlere…
Annemden Masallar 6: Memili
MEMİLİ
Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Kaf
Dağının arkasındaki masallar ülkesinde Memili isimli bir çocuk yaşarmış.
Oduncunun dokuz oğlundan en küçüğü imiş. Ağabeyleri sırım gibi boylu poslu ve
ay parçası gibi yakışıklı iken, Memili ufak tefek ve çelimsizmiş. Yakışıklı
değilmiş ama sevimli, daima cin fikirli imiş. Babası da en çok ona düşkünmüş.
Oduncu da karısı da çok çalışkan ve evlatları için çok fedakarmışlar.
Ancak artık yaşlanmakta olduklarından, çocuklarının da evin sorumluluğunu
almaları gerektiğini düşünüyorlarmış. Bir gün Oduncu oğullarını çevresine
toplamış:
-- Bugün
benim yerime ormana odun kesmeye siz gideceksiniz. Sorumluluk almaya hazır
mısınız, göstereceksiniz. Birbirinizden sakın ayrılmayın ve size öğrettiklerimi
unutmayın. Hava kararmadan önce de evde olun, demiş.
Çocuklar, anacıklarının kendileri için hazırladığı azıkları da yanlarına
alıp, ormanın yolunu tutmuşlar. Bir
kısmı odun kesmiş, bir kısmı toplayıp denk yapmış. Çalışmışlar çalışmasına da
bir ara eğlenceye dalmış ve vaktin nasıl geçtiğini anlayamamışlar. Akılları
başlarına geldiğinde orman çoktan karanlığa gömülmüşmüş. Eve gidecek olmuşlar
ama karanlıkta evin yolunu bulmak imkansızmış. Geceyi ormanda geçirme fikri de
onları çok ürkütüyormuş. Her biri evin yolu konusunda farklı bir fikir öne
sürüyormuş, bir kargaşadır başlamış. Memili:
--
Ağabeylerim, babamızın sözünü unutmayalım. Hiçbir şekilde birbirimizden
ayrılmamalıyız. El ele tutuşup en büyüğümüzün gösterdiği yönde gidelim. Çünkü
ormana babamızla en çok o geldi. Yolu hepimizden iyi o biliyor olmalı, demiş.
Ağabeyleri bu fikri çok beğenmişler. Her biri “ Neden daha önce bu çözümü ben
bulamadım” diye hayıflanmış.
El ele tutuşup, büyük ağabeyin hiç de emin olmayarak gösterdiği yönde
yürümeye başlamışlar. Gecenin sessizliği içinde duydukları her şey korkularını
bir kat daha artırıyormuş. Hepsi sıcacık evlerini ve annelerinin nefis
yemeklerini özlüyorlar, eve bir an önce varabilmek için adımlarını
sıklaştırıyorlarmış. Sonunda ağaçların arasından bir ışık gözlerine çarpmış.
Evlerine ulaştıklarını zannedip önce çok sevinmişler. Kısa süre sonra buranın
daha önce hiç görmedikleri, kasvetli, kocaman bir ev olduğunun farkına
varmışlar. Artık evlerinden çok uzaklaşmış oldukları ve gün doğmadan geri
dönemeyecekleri aşikarmış.
Kapıyı çalıp, geceyi orada geçirmek için izin istemeye karar vermişler.
En büyükleri öne geçmiş ve evin kocaman demir kapısındaki çıngırağı çalmış.
Çıngırağın sesi karanlıkta yankılandığında, hepsini bir ürperti sarmış. Kapıyı
bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, kocaman bir dev açmış. Çocuklar korkup kaçmak istemişler, ama
karanlık ormanın içinde nereye kaçabilirlermiş ki.... Dev çocukların
kendisinden korktuklarını anlamış ve güven verici bir edayla onları içeri buyur
etmiş. O kadar inandırıcıymış ki, çocukların endişesi bir anda kaybolmuş ve
sevinerek içeri girmişler. Ancak bakışlarındaki gizli bir pırıltı Memili’nin
gözünden kaçmamış. Ağabeyleri devin kendileri için kurduğu sofraya oturup,
çeşit çeşit yemekleri afiyetle midelerine indirirken, o göz ucu ile seyrediyor;
bu dev gibi yaratığın hiç de iyi kalpli olmadığını, kötü bir şeyler planladığını
düşünüyormuş.
Tıka basa yenen yemek sonrası çocuklara rehavet çökmüş. Bunu fark eden
dev, hepsine kuştüyünden yumuşacık yataklar hazırlamış. Ağabeyleri kendilerini
yatağa atacakken Memili itiraz etmiş:
-- Kusura
bakmayın,biz böyle yumuşacık yataklarda uyumaya alışkın değiliz. Biz samanlıkta
bir köşeye kıvrılıp uyuruz, demiş.
Ağabeyleri çok sinirlenmişler. “Yatakta yatmak varken, neden samanlıkta
uyuyacakmışız? Zaten bütün gün çok yorulduk. Doğru düzgün bir yatağa ve güzel
bir uykuya ihtiyacımız var. Samanlıkta uyumayı da nereden çıkardın?” diye karşı
çıkmışlar. Memili:
-- Ben bu
deve güvenmiyorum. Uyuyunca hepimizi afiyetle yiyecek; görürsünüz,
demiş.Ağabeyleri bu fikre kahkahalarla gülmüşler. Ama bakmışlar kardeşleri
gerçekten çok korkuyor, gönlü olsun diye daha fazla itiraz etmeyip razı
olmuşlar. Dev çocukların fısır fısır konuşmalarından, Memili’nin kendisinden
şüphelendiğini hissetmiş. Ama renk vermeyip yatakları samanlıkta hazırlamış.
Söylene söylene samanların üzerine kıvrılan ağabeylerine Memili yalvarmış
uyumayın diye . Ama dinleyen kim? Yorgunluğun ve tıka basa yenilen yemeğin
etkisiyle hemen uykuya dalıvermişler. Zavallı Memili’yi uyku tutmamış.
Bir süre sonra tam da tahmin ettiği gibi devin yavaşça içeri süzüldüğünü
farketmiş. Gerçekten de devin niyeti derin uykuya dalmış bu çocukları teker
teker götürüp, afiyetle yemekmiş. Ancak yatağında bir o yana, bir bu yana dönüp
duran Memili oldukça canını sıkmış. Birinin uyanık kalması bütün planlarını alt
üst edebilirmiş. Sahte bir gülücükle:
-- Memili,
yavrucuğum neden uyumadın? Bir sıkıntın mı var? Diye sormuş.
-- Ah ah,
anacığım her gece yatmadan önce bir çuval fındık getirirdi. O kırardı ben
yerdim, öyle uyurdum, diye cevaplamış Memili. Dev, hemen koşup bir çuval dolusu
fındık getirmiş. Dev kırmış Memili yemiş, dev kırmış Memili yemiş. Sonunda
Memili yine “ah ah” diye inlemiş.
-- Hayırdır
Memili, demiş dev. Neyin var?
-- Anacığım
fındığı yedirdikten sonra bahçedeki kuyudan kalbur kalbur su taşırdı. Kana kana
içip öyle uyurdum demiş Memili. Dev inanmış. Hemen koşup bir kalbur bulmuş ve
kuyunun başına koşmuş. Suyu çekiyormuş ama kalbura boşaltır boşaltmaz yerlere
dökülüyormuş.
Dev suyla kalburla uğraşadursun, Memili usulca
ağabeylerini uyandırıp olanları anlatmış. Dev kuyu başından gelmeden sessizce evin çatısına çıkmışlar. Dev bir
süre sonra Memili’nin onu aldattığının farkına varmış. Hışımla samanlığa
koşmuş, bakmış ki çocukların yerinde yeller esiyor... Aramış, aramış; nihayet
çatıda olduklarını farketmiş. Seslenmiş oraya nasıl çıktınız diye. Memili’nin
aklına yine bir hinlik gelmiş:
-- Sabun
sabun üstüne koyduk, sabun sabun üstüne koyduk, en üste de bir değirmen taşı
koyduk da öyle çıktık, diye bağırmış.
Dev yine inanmış, Memili’nin
oyununa gelmiş. Koşmuş, sabun sabun üstüne koymuş, en üste değirmen taşını
koyup çıkmaya çalışırken, sabunlar kaymış ve büyük bir gürültüyle yere düşmüş.
Üstelik değirmen taşı da kafasına düşünce kendinden geçmiş. Çocuklar fırsat bu
fırsat, hemen çatıdan inip devin kemerine takılı anahtarları almışlar ve evden
dışarı atmışlar kendilerini. Zaten artık yavaş yavaş sabah olmaktaymış. Gündüz
gözüyle evlerinin yolunu bulmaları zor olmamış. Bu arda kendilerini bu musibetten
kurtaran kardeşlerine de teşekkür etmişler. Babalarının neden ona daha düşkün
olduğunu anlamışlar. Bir daha büyüklerinin sözünden çıkmamaya ve birliklerini
bozmamaya söz vermişler. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine...
Deve ne mi olmuş? O da evinin yolunu şaşıran başka çocukların hayalini
kurarak yaşantısına devam etmiş.
Annemden Masallar 5: Talih Kuşu
TALİH KUŞU
Evvel zaman içinde, kalbur
saman içinde, Keloğlan adında zeki, muzip, cin fikirli bir oğlan yaşarmış.
Meraklı, macerayı seven bir yapısı olduğundan köyü ona dar gelirmiş. Bir gün
yeni yerler görüp, macera yaşama isteği öyle benliğini sarmış ki, hemen
heybesini sırtına alıp, anasından helallik dileyip yola koyulmuş.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş.
Sonunda Kaf dağının ardında, cennet gibi bir ülkeye ulaşmış.
O sırada o ülkenin padişahı, güzeller
güzeli kızı için en uygun damat adayını seçmeye çalışıyormuş. Dünyanın dört bir
tarafından gelmiş, birbirinden yakışıklı, birbirinden yiğit ve birbirinden
zengin prensler, prensesle evlenecek şanslı kişi olmaya can atıyorlarmış. Çünkü
prensesin güzellikte bir eşi yokmuş ve padişahın tek çocuğu olduğu için onunla
evlenecek kişi padişah öldüğünde ülkeyi yönetecek olan kişiymiş. Padişah bu
birbirinden nitelikli adaylardan hangisinin uygun olduğuna bir türlü karar veremiyormuş.
Bu konuda prensesin fikrini almak aklının köşesinden dahi geçmiyormuş. Sonunda
prenslerin hepsini sarayın görkemli bahçesine toplamış. Prensesin yumurtadan
çıktığından beri bakıp büyüttüğü karbeyaz güvercini salacağını, güvercin kimin
başına konarsa kızını o prense vereceğini açıklamış. Herkes çok şaşırmış bu
karara. Ama işte padişah bu, kim karşı çıkabilir ki? Dalkavuklar hemen ne kadar
doğru bir karar verdiğini söyleyip padişahı övmeye başlamışlar. Prenses ise
kiminle evleneceği konusunun kendisine değil, bir kuşa bırakılmasına çok
içerliyor, ama babasını kararından döndüremiyormuş. Aslında ona kalsa,
kendisiyle evlenmeye can atan bu havalı prenslerin hiçbirini istemiyormuş.
Bizim Keloğlan da nasıl
olmuşsa bu kalabalığın ortasında bulmuş kendini. Ne olduğunu anlamaya
çalışırken, padişahın sarayın balkonundan salıverdiği güvercin süzülmüş,
süzülmüş, o kadar süslü baş arasından tutup Keloğlan’ın kel başına konuvermiş.
Herkes hayretten donakalmış. Padişah hiddetle haykırmış:
-- Sen kimsin bre densiz? Ne işin var bu
soylu prenslerin arasında?
Keloğlan sırıtmış:
-- Benim adım Keloğlan. Garip bir gezginim.
Yolum buralara düştü. Kalabalığı görünce meraklanıp ben de karıştım. Kabahat mi
işledim, diye cevap vermiş.
Prensesin çok komiğine gitmiş bu durum.
Katıla katıla gülmeye başlamış. İlk kez onu böyle güldürüyormuş birisi. Bu saf
ve cesaretli oğlandan çok hoşlanmış.
Padişah öfkeli bir şekilde
güvercinin yakalanarak yeniden uçurulmasını istemiş. Ancak güvercin yine dönüp
dolaşıp Keloğlan’ın kafasına konmuş. İyice hiddetlenen padişah, Keloğlan’ın
kafasına çuval geçirildikten sonra güvercinin salıverilmesini istemiş. Fakat
güvercin o güzelim tüylü telekli, incili yakutlu prens kavukları dururken,
Keloğlan’ın çuval geçirilmiş başına konmayı tercih etmiş.
Padişah öfkesinden alev alev
yanıyormuş adeta. Koskoca padişahın söylediği sözden dönmesi mümkün değilmiş.
Ancak kızını da bu çulsuza verip veliaht yapmak istemiyormuş. Keloğlan’dan
kurtulmanın yolunu düşünüp dururken, aklına müthiş bir fikir gelmiş.
–Peki Keloğlan bu sınavı geçtin. Ama eğer
kızımla evlenmek istiyorsan geçmen gereken bir sınav daha var, demiş.
Keloğlan:
_Kim istemez böyle bir dünya güzeli ile
evlenmeyi? Madem ki talih kuşu başıma kondu, her türlü imtihana hazırım. Sevgili
prensesimle evlenmek alnıma yazılmış ise, Mevlâm bana yardım eder, diye cevap
vermiş. Padişah bıyık altından sırıtarak:
_Şu karşıda gördüğün dağda kocaman bir dev
yaşar. Bu dev her sene köylünün mahsulünün büyük kısmını aldığı gibi, her hafta
da bir koyun götürür. Şimdiye dek ona güç yetirecek bir yiğit çıkmadı. O da
bunca zamandır halkımın iliğini kemiğini kuruttu. Bu devi dize getirirsen
kızımı sana veririm.
Prenses bunu duyunca gözyaşlarına
boğulmuş. Babasının zavallı Keloğlan’ı ölüme gönderdiğini anlamış. Çünkü şimdiye
dek deve kafa tutanın sağ salim döndüğü görülmemişmiş. Ancak ne kadar yalvarsa
da babasını sözünden döndürememiş.
Keloğlan kabul etmiş ve herkesin
şaşkın bakışları arasında devin yaşadığı dağa doğru yola koyulmuş. Hem gidiyor,
hem düşünüyormuş devle nasıl başa çıkacağım diye.
Sonunda devin yaşadığı dağa ulaşmış. Heybesinden
baltasını çıkarıp dev gibi sedir ağaçlarından birkaç tanesini kesmiş. Bunları
yontmuş. Bu koca ağaçlarla koca bir sandık yapmaya başlamış.
Keloğlan uğraşadursun,
Dağdaki bu tak tuk sesler devin kulağına gitmiş. Gürültü yapan bu davetsiz
misafir onu çok sinirlendirmiş. Seslerin geldiği yöne ilerlemiş. Bir de bakmış
ki kel başlı cılız bir oğlan, kendinden büyük bir sandıkla uğraşıp duruyor.
Hiddetle gürlemiş:
_Kim benim ağaçlarımı kesmeye, gürültü yapıp
beni rahatsız etmeye cesaret eden densiz?
Keloğlan hiç oralı olmamış.
_Gel hemşerim gel, tam zamanında geldin. Şu
sandığın içine gir de hiç delik kalmış mı kontrol edelim. Padişah bu sandığı
altın tozuyla doldurup sana gönderecekti. Delik kalırsa bütün altın tozu akıp
gider getirene kadar, demiş.
Dev Keloğlan’ın kendisinden
korkmadığını görünce çok şaşırmış, söylediklerine de hemen inanmış. Altın
lafını duyunca pek heveslenmiş. Bir zerresi bile zayi olmasın diye sandığın
içine girmeyi kabul etmiş. Dev sandığa girer girmez, Keloğlan kapağını kapayıp
her bir taraftan çivilemiş. Bir yandan:
_Tamam hiç delik yok, çıkar beni artık, diye
bağırıp duran deve kulak asmadan, sandığın çevresini zincirlerle sarmış
sarmalamış. Dev istese de çıkamazmış artık.
Keloğlan daha sonra bu koca
sandığı dağdan aşağı yuvarlamaya başlamış. Yuvarlaya yuvarlaya sarayın avlusuna
kadar getirmiş. Padişah artık Keloğlan’ın dönmeyeceğini düşünüyor, damat seçimi
konusunda planlar yapıyormuş odasında. Duyduğu gürültü ile irkilip balkona
koşmuş. Bir de bakmış ki Keloğlan koca bir sandığın başında duruyor. Padişahı
gören Keloğlan seslenmiş:
_ Ey Padişah; ben sözümü tuttum. Devi dize
getirdim. İşte bu sandığın içinde kendisi. Sen de artık sözünü tut!
Padişahın hayretten dili
tutulmuş, yüzü kireç gibi bembeyaz olmuş. Ne diyeceğini bilememiş. Keloğlan
padişahı tereddütlü görünce sözlerine devam etmiş:
_ Herhalde koskoca padişah verdiği sözden
cayacak değil! Yoksa ikna olmak için devi kendi gözleriyle mi görmek istiyor?
Padişah telaşla:
_ Aman aman, sakın çıkarma onu dışarı, diye
yalvarmış.
Bu arada devin sandıktan
boğuk boğuk seslendiği duyulmuş:
_ Ey yiğit delikanlı! Beni oyuna getirip alt ettin.
Bu gücüme kuvvetime rağmen sana yenildim. Bükemediğin bileği öpmek gerekir.
Sana söz veriyorum. Eğer beni çıkarırsan, senin en sadık hizmetkarın olacağım
ve sen istemezsen kimseye zarar vermeyeceğim.
Keloğlan zincirleri çözüp
sandığı açmış ve devi sandıktan çıkarmış. Dev Keloğlan’ın önünde saygı ile
eğilmiş. Sonra da onu omuzlarının üzerine almış. Keloğlan devin omzunda
oturduğu yerden padişaha:
_ Ey Padişah! Prensesi benimle evlendirecek
misin? diye seslenmiş.
Padişahın korkudan dudakları
uçuklamış.
_ Elbette, elbette diyebilmiş kekeleyerek.
Prenses bu duruma çok sevinmiş. Çünkü ilk gördüğü andan beri Keloğlan’a gönül
vermişmiş.
Kırk gün kırk gece süren
düğünle prenses ve Keloğlan dünya evine girmişler. Keloğlan anacığını da yanına
getirtmiş. Dev söz verdiği gibi Keloğlan’ın yanından hiç ayrılmamış. Sarayın
muhafız komutanlığını üstlenmiş. Birlikte uzun yıllar mutlu yaşamışlar. Gökten
üç elma düşmüş. Biri Keloğlan ve prensese, biri masalı dinleyenlere, biri de
verdiği sözlerde duranlara...
Serpil'den masallar: 1 Padişahın Oğulları
PADİŞAHIN OĞULLARI
Bir
varmış, bir yokmuş; Allah’ın kulu çokmuş; çok söylemek ayıpmış. Ülkelerin
birinde iyiliği ve adaleti ile ünlü bir padişah yaşarmış. Merhametli olduğundan
halkı da onu çok severmiş; karşılıklı iyi niyet sebebiyle ülke huzurlu ve
bereketli imiş.
Son zamanlarda padişah çok endişeli imiş. Çünkü üç oğlundan hangisini
kendisi öldüğünde ülkeyi yönetmesi için seçeceğini bilemiyormuş. Üçünü de en
iyi şekilde eğitmişmiş. Ata binmede, kılıç kullanmada, tarih, matematik ve
yabancı diller konusunda hepsi de birbirinden becerikliymiş. Padişah en sonunda
oğullarını işbaşında görmeden karar veremeyeceğini düşünmüş. En iyi dostu ve
danışmanı olan yaşlı veziri ile bir plan hazırlamış. Bir süre için ortadan
kaybolacak, ama herkes onu öldü sanacakmış. Veziri genç prenslere babalarının
ülkeyi üç eyalete böldüğünü, her birini prenslerden birinin yönetimine
verdiğini ve prenslerin buraları istedikleri şekilde yöneteceklerini
iletecekmiş. Her birine de hazineden aynı miktar pay verilecekmiş. Belli bir
süre sonunda hangisi daha iyi bir yönetici olduğunu ispat ederse, ülkenin
tümünün idaresini almaya hak kazanacakmış. Ancak bu durumu prensler asla
bilmeyeceklermiş.
Planı zaman geçirmeden uygulamaya karar vermişler. Saray doktorunun da
durumdan haberi varmış. Sahte bir hastalık icat edilmiş ve Sultanın öldüğü
prenslere ve halka duyurulmuş. Hastalığı bulaşıcıydı denilerek prenslerin
Sultanı görmelerine engel olunmuş. Sahte bir cenaze töreni düzenlenmiş. Bütün
halk cenazeye katılmış. Herkes çok üzgünmüş. Padişah da kılık değiştirmiş
olarak olan biteni bir köşeden izliyormuş. Törenler bitince vezirinin köyünde
herkesten uzakta istirahata çekilmiş.
Vezir padişahın –güya- vasiyetini prenslere iletmiş. Ülke eşit olarak
üçe bölünmüş. Prensler istedikleri yeri seçmişler ve başkentlerini belirleyip
yerleşmek için yola koyulmuşlar.
En büyük prens, hazineden aldığı payla kendine çok görkemli bir saray
yaptırmış. Bu saray o kadar ihtişamlı imiş ki dünyada eşi benzeri yokmuş. Prens
elinde avucunda ne varsa sarayı uğruna tüketmiş. Vezirden hazinede başka altın yok yanıtını
alınca, nereden altın bulabileceğini düşünmeye başlamış. Aklına yeni vergiler
koymak gelmiş. Öyle ya, babası zamanında aşırı insaflı davranılan halk,
hazineye daha fazla katkıda bulunmalıymış....Bir süre sonra sebepli sebepsiz
koyduğu vergilerle halkın elinde avucunda ne varsa toplamış ve bunları da
acımasızca zevk ve sefası için harcamış. Artık çok fakirleşen halkın arasında
umutsuzluk ve huzursuzluk baş göstermiş. Açlıktan hastalığa düşenler olmuş.
Kimisi de bu zalim prensten kurtulmak için başka diyarlara göç etmiş.
Ortanca prensin eyaletinde de durum iç açıcı değilmiş. Ortanca prens
kavgacı bir tabiatta olduğundan, başkentte kendine koca bir kale yaptırmış.
Hazineden payına düşen altınları da büyük bir ordu kurmak için harcamış. Artık
dünyanın en kuvvetli hükümdarı olduğunu düşünüyor, sudan bahanelerle babasının
zamanında barış içinde oldukları ülkelere savaş açıyor, ne çevresinde, ne de
kendi yönetimindeki halkta huzur bırakmıyormuş. Askerlik yaşındaki gençlerin
kimi ölmüş, kimi sakat kalmış. Sürekli savaş halinde olduklarından ne
topraklardan ürün alınabilmiş, ne de beslenecek hayvan kalmış.
En küçük prens ise babasından gördüğü ve eğitimini
aldığı şekilde halkına karşı merhametli ve adaletli davranmış. Önemli
kararlarında alimlere danışmış, yollar köprüler okullar, kütüphaneler
yaptırmış. Yaptırdığı büyük kervansaraylar başka ülkelerdeki tüccarların
dikkatini çekmiş. Yönettiği eyalet ticaretin merkezi haline gelmiş. Halkı
zenginleşmiş. Komşu ülkelerle barış içinde olmuş. Kimseye halkının hakkını
yedirmemiş, hakkı olmayan şeye el uzatıp bozgunculuk çıkarmamış. Burada yaşayan herkes çok mutluymuş ve böyle
bir prens tarafından yönetildikleri için şükrediyorlarmış.
Her üç prensin
eyaletinde de adamları olduğundan vezirin her şeyden haberi oluyor, o da
bunları günü gününe Sultana aktarıyormuş. Birlikte düşünmüş taşınmış ve
Sultanın artık ortaya çıkma zamanının geldiğine karar vermişler. Her üç eyalete
tellallar gönderilmiş. Halk padişahın eski sarayının önüne toplanmış.
Toplantıya prensler özellikle çağrılmış. Prensler ne olup bittiğini anlamaya
çalışırken, padişah herkesin karşısına çıkmış. İnsanlar o kadar çok şaşırmış
ki; kimisi hayretten bayılmış, kimisi küçük dilini yutmuş. Kendilerine
geldiklerinde de adaletli ve merhametli Sultanlarını sağ salim gördüklerine pek
sevinmişler. Sultan halkına kendilerini idare etmeye layık prensi bulabilmek
için böyle bir oyuna başvurmak zorunda olduğunu anlatıp; büyük ve ortanca
prensin sebep oldukları zararlar için onlardan özür dilemiş. Verilen zararların
giderileceğini bildirmiş. Kendisi öldükten sonra bütün ülkeyi en küçük oğlunun
yöneteceğini duyurmuş. Hemen komşu ülkelere elçiler ve hediyeler göndererek
gönüllerini almış ve barışı sağlamış. Göç etmek zorunda kalanlar yurtlarına
yuvalarına geri dönmüşler.
Padişah büyük oğlunu, paranın harcandığı kadar kolay kazanılmadığını
anlaması için demirci ustasının yanına çırak vermiş. Prens burada yedi sene
çalışarak alın terinin kıymetini öğrenmiş.
Ortanca oğlunu ise bir
hastanede görevlendirmiş. O da burada yedi sene çalışarak insan hayatının
kıymetini ve merhameti öğrenmiş.
Sultan öldükten sonra vasiyeti gereği ülkenin başına küçük prens geçmiş.
Ağabeylerini de yanına danışman olarak almış. Babasından öğrendiklerini asla
unutmamış. Halkına iyilik ve adaletle hükmetmiş.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...
8 Mayıs 2013 Çarşamba
Annemden Masallar 4: BİT İLE PİRE
BİT İLE PİRE
Bit ile pire arkadaş olmuşlar. Gerçekten çok iyi arkadaşmışlar ve iyi
anlaşıyorlarmış. Arkadaşın iyisi yolculukta belli olur derler. Macerayı çok seven bu iki kafadar, yeni yerler
görmeye, dünyayı dolaşmaya çıkmışlar boylarına poslarına bakmadan Azıklarını
hazırlayıp yola çıkmışlar. Az gitmişler,uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler;
bir de dönüp bakmışlar ki ancak bir arpa boyu yol gitmişler.
Gide gide bir su birikintisinin
kıyısına gelmişler. Bir öküzün çamurda bıraktığı ize dolmuş azıcık sudan oluşan
bu birikinti, onlar için derya denizmiş. Pire şöyle bir gerinip zıplamış ve
karşı kıyıya ulaşmış. Bit de pireyi takip etmiş, zıpladığı gibi kendini suyun
ortasında bulmuş. Debelenmeye başlamış. Pire ne yapağını şaşırmış. Telaştan bir
o yana, bir bu yana koşmuş. Yardım istemiş arkadaşını kurtarmak için ama kimse
yardıma gelmemiş. O sırada ağacın gölgesinde horul horul uyuyan köpek ilişmiş
gözüne. Zıplayıp köpeğin tüylerinin arasına dalmış. Başlamış sağı solu
ısırmaya. Köpek korkunç bir kaşıntıyla
uykusundan uyanmış. Bir orasını bir burasını deli gibi kaşımaya başlamış. Öyle
bir kaşıyormuş ki tüyleri yerlere saçılıyormuş. Pire hemen yere atmış kendini.
Köpeğin dökülen tüylerinden birini almış ve su birikintisine koşmuş. Elindeki
tüyü bir avuç suyun içinde debelenip duran arkadaşına uzatmış. Bit de buna
tutunarak kıyıya çıkmayı başarmış. Arkadaşının boynuna sarılıp
hayatını kurtardığı için teşekkür etmiş. Pire de arkadaşını kurtardığı için çok
mutlu imiş.
Bit ile pire bu olaydan
sonra daha sıkı dost olmuşlar. Ancak tehlikesini yaşadıkları için yolculuktan
vazgeçip, bir daha dünyayı dolaşma fikrinden söz etmemişler.
Annemden Masallar 3: AKILSIZ HOROZ
AKILSIZ HOROZ
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, kırmızı
ibikli, alaca telekli, sivri dilli bir horoz varmış. Bir gün samanlıkta eşinip
deşinirken bir altın bulmuş. Sevinçten havalara uçmuş. Ama dili durmamış.
Sarayın kapısını önünde bir aşağı bir yukarı gidip gelirken, bir yandan da
avazı çıktığı kadar bağırıyormuş:
-- Bendeki
altın padişahta yook, bendeki altın padişahta yook...
Padişahın çok ağrına gitmiş horozun söyledikleri. Halkın horozun
söylediklerinden etkilenip kendisine bağlılıklarının azalacağından korkmuş.
Adamlarına horozu susturmalarını emretmiş. Ama mümkün mü? Sus deseler
anlamıyor, ağzını kapatsalar gagalayıp kurtuluyor ve bağırmaya devam ediyormuş.
Bu kez Padişah horozun altınını almalarını emretmiş. Askerler çullanıp üzerine
almışlar horozun kıymetli altınını elinden. Bu kez horoz başka türlü bağırmaya
başlamış:
-- Padişah
altınımı çaldııı, padişah altınımı çaldııı...
Halkının karşısında hırsız yerine konmak kızdırmış padişahı. Horozun
yakalanıp hapsedilmesini istemiş. Askerler üstüne abanıp yakalamışlar horozu ve
sarayın kulesine hapsetmişler. Horoz yine akıllanmamış, kulenin küçük
penceresinden avazı çıktığı kadar bağırmaya devam etmiş:
-- Padişah
hem altınımı çaldı hem de beni hapsettii,
Padişah hem altınımı çaldı hem de beni hapsettii...
Padişahın canına tak demiş, horozla uğraşmaktan usanmış. Yanına gitmiş
demiş ki:
-- Bak horoz,
ya bir daha bağırıp beni rezil etme ki seni salıvereyim, ya da bağırmaya devam
et ki seni adamlarım için akşam yemeği yaptırayım. Seçimini yap .
Horoz bakmış ki iş ciddi, canını kurtarmak için bağırmamaya söz vermiş.
Padişahta sözünde durup onu salıvermiş. Horoz samanlığına geri dönmüş. Ancak
padişaha kaptırdığı altın da aklından hiç çıkmıyormuş. Yeniden altın bulmak
ümidiyle eşelenmeye başlamış. Tam bu sırada acıyla bir çığlık atmış. Bir de
bakmış ki ayağında koca bir diken. Canı çok yanıyormuş, çabalamasına rağmen
çıkaramayınca ağlaya sızlaya Koca Nine’ye gitmiş. Ayağındaki dikeni çıkarması
için yalvarmış. Nine gözlüklerini takıp bastonuna dayanarak eğilmiş ve zar zor
gördüğü dikeni çekip çıkarmış. Şöyle bir kenara fırlatacak olmuş, horoz hemen
atılmış :
-- Aman Nine,
ne yapıyorsun? O diken benim için çok değerli. Lütfen akşam ben dönene kadar
saklayıver, deyip uzaklaşmış.
Akşam döndüğünde Nineden dikeni istemiş. Nine:
-- Akılsız Horoz,
diken senin ne işine yarayacak? O dikeni ben sobaya attım, demiş. Horoz
kıyametleri koparmış. Tutturmuş illa dikenimi isterim diye. Nine ne söylediyse
horozu ikna edememiş. Horoz kendisine yapılan iyiliğe teşekkür edeceği yerde
arsız arsız bağırmaya başlamış:
-- Ya dikeni
isterim,ya sobayı isterim. Ya dikeni isterim,ya sobayı isterim.
Nine bakmış ki
horozdan kurtuluş yok, ihtiyar haliyle uğraşmaktan sıkılıp vermiş sobayı
huysuza. Horoz utanmadan almış Ninenin sobasını yola koyulmuş. Az gitmiş, uz
gitmiş, altı ay bir güz gitmiş. Yürümekten yorulup kendine sığınacak bir yer
ararken gözüne bir çiftlik evi ilişmiş. Burası çiftçi Ali Dayı’nın evi imiş.
Geceyi geçirmek için izin istemiş. Ali
Dayı misafiri çok severmiş. Horozu buyur etmiş. Horoz:-- Aman Dayı, şu sobamı sağlam bir yere koy da başına bir şey gelmesin, demiş. Ali Dayı da ortalıkta kalmasın diye sobayı ahırın bir köşesine kaldırmış. Horozu da yedirip, içirip yatacak yer göstermiş. Sabah olunca horoz sobanın derdine düşmüş. Ali dayı ile beraber ahıra gitmişler ki bir de ne görsünler! Ahırdaki inek çifte vura vura sobayı paramparça etmemiş mi? Horoz huysuzluğunu burada da göstermiş. Ali Dayı’nın yaptığı iyilikleri unutup başlamış yine avaz avaz bağırmaya :
-- Ya sobamı isterim, ya ineği isterim. Ya sobamı isterim, ya ineği isterim.
Ali Dayı misafirinin emanetini muhafaza edemediği için mahcupmuş zaten, fazla söyletmeden horozu, verivermiş ineği. Arsız Horoz almış ineği, tutmuş yularından, yine yola düzülmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Bir ara davul zurna sesleri işitip o tarafa seyirtmiş. Bir de bakmış ki bir düğün evi. İneği bir ağaca bağlayıp şenlikleri seyre dalmış. Düğün beklenilenden daha kalabalık olduğu için hazırlanan yiyecekler tükenmiş. Ağaca bağlı inek aşçıbaşının dikkatini çekmiş. Ev sahibine ait olduğunu sanıp, kesip pişirmiş. Horoz eğlenceden sıkılıp ineği bağladığı yere geldiğinde, ineğin yerinde yeller estiğini görmüş. Bağırıp çağırmaya başlamış. Herkes merakla başına üşüşmüş. Kısa zamanda mesele anlaşılmış. Horoz bu kez de:
-- Ya ineği
isterim, ya gelini isterim. Ya ineği isterim, ya gelini isterim, diye bağırmaya
başlamış. Yerine başka inek verelim demişler, kabul etmemiş. Kovmuşlar
gitmemiş. Ne ettilerse, ne dedilerse razı edememişler. O kargaşada Horoz kaptığı gibi gelini, göz açıp kapayana
kadar ortadan kaybolmuş. Gelinle birlikte bir süre yol aldıktan sonra Horozun
kulağına yanık yanık bir kaval sesi ulaşmış. Sesi takip ettiğinde bir çobanın
koyunlarının başında kaval çaldığını görmüş. Bu ses o kadar hoşuna gitmiş ki bu
sesten hiç ayrılmak istememiş. Çobana kaval karşılığında gelini vermeyi teklif
etmiş. Çoban da, canına minnet, kabul etmiş. Horoz kavalı alıp köprü başına
oturmuş. Hem çalıp hem söylemeye başlamış:
-- Düt dürü
düt dikeni verdim sobayı aldım
Düt dürü
düt sobayı verdim ineği aldım
Düt dürü
düt ineği verdim gelini aldım
Düt dürü
düt gelini verdim kavalı aldım, derken dengesini kaybedip dereye yuvarlanmış.
Horoz cezasını bulmuş, darısı bütün arsız, huysuz, utanmazların başına...
Annemden Masallar 2: NİNE İLE DEDE
NİNE İLE DEDE
Zamanın birinde, bir
köyde yaşlı bir karı koca varmış. Oldukça fakirmişler. Ne tarlaları bağları, ne
de hayvanları varmış. Zaten olsa da çalışamayacak kadar yaşlı ve güçsüzmüşler.
Ama bu dünya tatlısı Dede ve Nine hallerinden hiç şikayetçi olmaz, konu
komşunun getirdiği yardımlarla geçinirlermiş. Üstelik böyle hayırsever
komşuları olduğu için Allah’a şükrederlermiş.
O sene köyde kıtlık
olmuş. Komşularının da yiyecekleri iyice azaldığından Dede ve Nineye
getirdikleri yardımlar da oldukça azalmış. Zavallı ihtiyarlar zaman zaman aç
kalıyorlarmış. Gene böyle bir gün,
açlıktan halsiz düşmüş bir halde Allah’a yalvarırken kapı çalınmış.
Açtıklarında ne görsünler; iyi kalpli kapı komşusu elinde bir tas unla
karşılarında duruyor:
_
Kusura bakmayın nineciğim, sizi de ihmal ettik ama elimizden gelen bu. Allah
hepimizin bu dar günlerde yardımcısı olsun, demiş. Nine de:
_ Sağol
kızım, Allah kazancınıza ve evinize bereket versin, deyip sevinçle unu almış.
Hemen o unla bir hamur yoğurup şekil vererek fırına koymuş. İhtiyarcıklar
sabırsızlıkla ekmeğin pişmesini bekliyormuş. Ekmeğin mis gibi kokusu odayı
sarmış. Nihayet piştiğine karar verip fırından çıkarırken aniden ekmek yere
düşüp yuvarlanmaya başlamış. Nine ve Dede de ekmeği yakalamaya çalışıyorlarmış
ama ekmek durmadan yuvarlanmaya devam ediyormuş. Sonunda bir kara deliğin içine
girmiş. Yaşlı karı koca arkasından deliğe girmişler ki saray gibi süslü kocaman
bir salonun ortasında, bir ucundan diğer ucu zor görünen bir sofra...Sofranın
üstünde o kadar çok çeşitte yiyecek varmış ki, bir kuş sütü eksikmiş.
Nine ve Dedenin
açlıktan karınları zil çalıyormuş. Etrafa bakınmışlar, seslenmişler ama
sofranın sahibini bulamamışlar. Bunun kendilerine verilen bir lütuf olduğunu
düşünüp sevinmişler ve lezzetli yiyeceklerden yemeye başlamışlar. Tam bu sırada
‘gümm, gümm’ diye korkunç bir ses duymuşlar. Korkudan ne yapacaklarını
şaşırmışlar. Kaçmaya fırsat olmadığından hemen masanın altına saklanmışlar. Meğer bu duydukları ses korkunç
devin sesiymiş.
Büyük bir
gürültüyle gelen dev, şöyle bir etrafı koklamış:
_
Burada insan kokusu var...Evime girmeye kim cesaret ettiyse çıksın karşıma!
Diye bağırarak yumruğunu öfkeyle masaya vurmuş. Yumruğun şiddetiyle masanın
üzerindeki karabiber yerlere saçılmış ve Nine ile Dedenin de burunlarına
kaçmış.İhtiyarcıklar karabiberin etkisiyle kendilerini tutamayıp öyle bir
hapşırmışlar ki devi bile korkutmuşlar. Korkudan ne yapacağını şaşıran dev, bir
daha gelmemek üzere hızla oradan kaçmış. Nine ve Dede büyük bir beladan
kurtulmuş. Hemen kıtlık yüzünden sıkıntıda olan komşularına da haber verip yiyeceklerini
onlarla paylaşmışlar. Zor durumda olsalar da birbirlerine yardım etmeye çalışan
bu köyde bir daha hiç kıtlık olmamış. Onlar ermiş muradına, darısı paylaşmayı
bilmeyenlerin başına...
Annemden Masallar 1: Tilkinin Kuyruğu
TİLKİNİN KUYRUĞU
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, vaktin birinde şirin bir köyde
bir ninecik, biricik evladından ayrı, yalnız başına kulübesinde yaşarmış. Her
işini kendi başına yapar, ihtiyar yaşına rağmen kimseye muhtaç olmadan yaşayıp
gidermiş. Gel gör ki gurbetteki kızının hasreti bir kor gibi yüreğini yakar dururmuş. Uzun yıllar
önce uzak bir köye gelin verdiği kızı da kimi der yoksulluktan, kimi der dünya
telaşından anacığını sık sık ziyaret edemezmiş. Her gün kızından haber
getirecek gibi uçan kuştan medet uman ninecik, hasretlik canına tak edince
kızına kendisi gitmeye karar vermiş. Vermiş ama ömrü boyunca yaşadığı köyün
dışına çıkmamış ki nasıl bulacak yolunu... Arayan Mevlasını da bulur diye cesaret
vermiş kendine. Eli boş gitmek olmaz onca yolu. Heybesinin bir tarafına
elceğizi ile yaptığı peynirden, diğer yanına da tereyağından koyup sırtına
almış ve Ya Bismillah diye yola koyulmuş. Kim bilir kızı ne sevinecekmiş
anasını ve hediyelerini görünce...
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, ihtiyar haliyle bir elinde
bastonu, öbüründe heybesi, ovalar aşmış, bayırlar geçmiş. Ormanın kıyısından
geçerken bir tilki önünü kesmiş.
-- Nereye
gidiyorsun ninecik? Diye sormuş. Nine de:
-- Beni
oyalama tilki, şu dağın ardındaki köyde kızım var. Ona gidiyorum, demiş. Tilki:
-- Ben de
o tarafa gidiyorum, istersen sana yol arkadaşı olurum. Konuşa dertleşe gideriz.
Yolun nasıl bittiğini anlamazsın, demiş. Bu teklif ninenin hoşuna gitmiş. Yola
koyulmuşlar. Kurnaz tilki anlattıkları ile ninenin güvenini kazanmayı başarmış.
Bir ara:
-- Sen
çok yorulmuşa benziyorsun, ver heybeni ben taşıyayım, diye nineden heybesini
almış. Tekrar yola koyulmuşlar. Bir süre ilerledikten sonra Tilki:
-- Nine
sen yürümeye devam et, ben şu ağacın arkasında ihtiyacımı görüp sana yetişirim,
demiş. Nine de inanıp yoluna devam etmiş. Tilki ağacın arkasına geçip heybenin
içinde ne var ne yoksa midesine indirmiş. Nine anlamasın diye de bir tarafa
taş, öbür tarafa da kum koyup Nineye yetişmiş. Bir süre daha sohbet ederek
beraber yürümüşler. Tilki:
--
Nineciğim, sohbetine duyum olmaz ama benim yolum burada ayrılıyor, yolun açık
olsun, diye Nineden ayrılmış. Nine kendi başına yoluna devam etmiş. Sonunda kızının
evine varmış. Ana kız kucaklaşıp hasret gidermişler. Kızcağızın da misafirleri
varmış ama fakirlikten onlara ne ikram edeceğini bilemiyormuş. Anacığı tam
zamanıdır diye heybesini ortaya getirip bakmış. Bir de ne görsün! Heybenin bir
tarafından taş, öbüründen kum çıkmamış mı?... Ninecik hem mahcup olmuş, hem
üzülmüş, hem de çok sinirlenmiş... Kendi kendine bu yaptığını tilkinin yanına
bırakmamaya karar vermiş.
Ertesi gün bütün gece düşünüp taşınıp karar verdiği planını
gerçekleştirmek için tilkinin evini aramaya başlamış. Kısa sürede bulmuş da.
Sessizce yaklaşıp kapısının önüne çam sakızı sürmüş ve saklanıp beklemeye
başlamış. Tilki bir süre sonra kapının önünde belirmiş. Şöyle bir gerinmiş ve
salına salına yürümeye başlamış. Fakat o da ne!... O ihtişamlı kuyruğu yerdeki
çam sakızına yapışmış. Çekiyor çekiyor kurtulamıyor, uğraştıkça kan ter içinde
kalıyormuş. En sonunda öyle kuvvetli çekmiş ki kuyruğu kopuvermiş. Tilki can
havliyle acı içinde bir oraya bir buraya koşup dururken, Nine saklandığı yerden
çıkıp kuyruğu almış ve evin yolunu tutmuş. Eve gelince kuyruğu temizlemiş,
boncuklarla süslemiş ve tavana asmış.
Tilkinin kuyruksuz halini görenler onunla alay etmeye başlamışlar. Çünkü
tilki her zaman kuyruğunun güzelliği ile övünür, diğer hayvanlara hava atarmış.
Şimdi ise muhteşem kuyruğundan ayrı, başı eğik, melül mahsun dolaşmakta imiş.
Hayvanların alaycı gülüşleri, sözleri onu o denli yaralamış ki sonunda Nineye
gidip kuyruğunu istemeye karar vermiş.
Hiç vakit kaybetmeden Ninenin
kapısına dayanmış, yalvar yakar olmuş, diller dökmüş kuyruğunu versin diye.
Nine ise emanete hıyanetlik etmenin cezasını çekmesini istiyormuş. Sonunda
yumuşayacak olmuş.
-- Bana koca
inek Sarıkız’dan bir bakraç süt getir,
kuyruğunu vereyim, demiş. Tilki hemen Sarıkız’ın yanına koşmuş:
-- Aman
Sarıkız, canım Sarıkız, ne olur bana bir bakraç süt ver. Sütü Nineye götürüp
kuyruğumu alacağım .
Sarıkız:
-- Olur ama
bana çayırdan biraz taze ot getir,demiş. Tilki hemen çayıra koşmuş:
-- Aman
çayır, canım çayır, Bana biraz ot ver. Otu Sarıkız’a götüreceğim, Sarıkız bana
süt verecek. Sütü nineye götürüp kuyruğumu geri alacağım.
Çayır:
-- Kuyudan
bana su getir ki otlarım yeşersin, vereyim, demiş. Tilki kuyuya koşmuş:
-- Aman kuyu,
canım kuyu, bana biraz su ver. Suyu çayıra götüreceğim, çayır bana ot verecek;
otu Sarıkız’a götüreceğim, Sarıkız bana süt verecek; Sütü Nineye götürüp
kuyruğumu alacağım.
Kuyu:
-- Burada
canım çok sıkılıyor. Ne gelen var ne giden. Güzel kızlar gelse, çevremde halay
çekse, ben de keyiflenir bolca su veririm, demiş. Tilki aramış sormuş, güzel
kızları bulmuş:
-- Aman
kızlar, canım kızlar, ne olur kuyu başında halay çekin. Kuyu bana su verecek.
Suyu çayıra Kızlar:
-- Ama bizim
halay çekecek incili boncuklu güzel terliklerimiz yok ki, demişler. Tilki
terlikçiye koşmuş soluk soluğa:
-- Aman
terlikçi, canım terlikçi, ne olur güzel kızlara incili boncuklu terlikler yap.
Kızlar o terliklerle kuyu başında halay çekecek, kuyu bana su verecek. Suyu
çayıra götüreceğim, çayır bana ot verecek. Otu Sarıkız’a götüreceğim, o da bana
süt verecek. Sütü Nineye götürüp kuyruğumu alacağım.
Terlikçi:
-- Bana bir
sepet yumurta getir, terlikleri götür, demiş. Tilki kümese koşup tavuklara
yalvarmış:
-- Aman
tavuklar, canım tavuklar, bana bir sepet yumurta verin. Yumurtaları terlikçiye
götüreceğim Terlikçi bana incili boncuklu terlikler verecek. Güzel kızlar o
terlikleri giyip kuyu başında halay çekecek, kuyu bana su verecek. Suyu çayıra
götüreceğim, çayır bana ot verecek. Otu Sarıkız’a götüreceğim, o da bana süt
verecek. Sütü Nineye götürüp kuyruğumu alacağım.
Tavuklar:
-- Çiftçi
dayıdan bizim için biraz darı iste, yumurtaları verelim demişler. Tilki kızgın
güneş altında çift süren Çiftçi Dayıya koşmuş:
-- Aman Çiftçi
Dayı, canım Çiftçi Dayı, Ne olur bana biraz darı ver. Darıyı tavuklara
götüreceğim, tavuklar bana bir sepet yumurta verecek. Yumurtaları terlikçiye
götüreceğim Terlikçi bana incili boncuklu terlikler verecek. Güzel kızlar o
terlikleri giyip kuyu başında halay çekecek, kuyu bana su verecek. Suyu çayıra
götüreceğim, çayır bana ot verecek. Otu Sarıkız’a götüreceğim, o da bana süt
verecek. Sütü Nineye götürüp kuyruğumu alacağım.
Çitçi Dayı:
-- Bu sıcakta
çift sürmek beni çok yordu. Yardım edersen işimi çabucak bitirir, sana da
istediğin kadar darı veririm, demiş.
Tilki bir gayret işe koyulmuş. Çiftçi Dayı ağaç gölgesinde dinlenirken
çift sürmeyi bitirmiş. Çiftçi Dayı da ona bir çuval darı vermiş. Darıyı
tavuklara götürmüş. İştahla darının başına üşüşen tavuklar biraz sonra
gıdaklaya gıdaklaya yumurtladıkları bir sepet yumurtayı tilkiye vermişler.
Tilki yumurtaları terlikçiye getirdiğinde terlikçi de incili boncuklu
terlikleri henüz bitirmişmiş. Terlikleri kızlara götürmüş. Kızlar ayaklarında
yeni terlikleri, neşe içinde kuyu başında halay çekmişler. Kuyunun da keyfine
diyecek yokmuş. Tilkinin istediği kadar su almasına izin vermiş. Su çayıra
aktıkça otları yeşermiş, çoğalmış. Çayırın verdiği bir kucak otu Sarıkız’a
götürmüş. Sarıkız afiyetle taze otları yedikten sonra bir bakraç dolusu süt
vermiş. Sütü alan Tilki, izinsiz midesine indirdiği peynir ve tereyağını
yeniden yapabilmesi için Nineye getirmiş. Kuyruğunu almış ve bir daha hakkı
olmayan bir şeye el uzatmamaya karar vermiş.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)