HAKKIMDA

Merhaba, Bizim çocukluğumuzda, yani televizyon ve bilgisayarın olmadığı yıllarda, akşam yemekten sonra sofra toplanır, babalar gazeteye göz atarken devasa büyüklükteki ahşap radyolardan ajans dinlerdi. Büyük ablalar fotoroman, ağabeyler Teksas ile zaman geçirirdi. Anneler bir yandan kızlarının çeyizlerine dantel örerken, bir yandan da dizlerine yatmış ufaklığa masal anlatırdı hafiften. O ufaklıklar masal eşliğinde hayallere dalar, çölleri, denizleri geçer, Kaf Dağına ulaşır, oradan uykunun kollarına kanat açardı. Aslında gözleri ellerindeki kitaplarda olsa da, o abla ve ağabeylerin de kulakları kim bilir kaçıncı kez kendilerinin de bir zamanlar severek dinlediği anne masallarında olurdu. Burada çocukluğumun tatlı hatıraları arasında, hayal dünyamı genişleten o anne masallarıyla birlikte, benim kendi çocuklarıma anlattığım kendi masallarımı ve diğer bilinen çocuk masallarını paylaşmak istedim. Sizler de dizinize yatan kardeşinize, çocuğunuza ve hatta kendinize anlatasınız, masal dünyasının uçsuz bucaksız macerasına katılasınız diye

9 Mayıs 2013 Perşembe

Serpil'den Masallar 3: Keloğlan


                                        KELOĞLAN
             Siz hiç Keloğlan’ın nasıl kel kaldığını merak ettiniz mi? Bir zamanlar onun da sırma gibi saçları varmış. Ancak tembelliği yüzünden o güzelim saçlarından olmuş. Nasıl mı? Dinleyin bakalım…
             Bir gün anacığı Keloğlan’ı ormana odun toplasın diye göndermek istemiş. Keloğlan:
  --  Pekâla anacığım, emrin başım üstüne, diyeceği yerde;
  --  Bu dünyada insana bir rahat yüzü yok mudur? Hep çalış, hep çalış… Sen çalıştın da bu zamana kadar, bir şey sahibi olabildin mi? Rahat bırak anacığım beni, şurada tatlı tatlı kurduğum düşleri bozma, diye diklenmiş.
               Anası öyle hiddetlenmiş ki bu sözlere, bastonu aldığı gibi haylaz oğlunun üstüne yürümüş. Keloğlan bakmış ki anasının gözü dönmüş, şakası yok, hemen toparlanıp tabana kuvvet kaçmaya başlamış. Zavallı ihtiyar kadın, koşup yetişemez ya, bir-iki ardından seğirtip nefes nefese, hayırsız oğulcağızının arkasından ah edip söylenmiş:
-          Bu oğlan adam olmaya olmaz ya, Yüce  Mevlâ’m, ne olur ele ayağa düşürüp beni bu hayırsıza muhtaç bırakma, diye dua etmiş, oracığa diz çöküp.
               Keloğlan anacığının hışmından kurtulup ormana kaçmış. Kendisine gölgesine yatıp düş kuracağı bir ağaç bakınırken, önceki gelişinde kurduğu kuş kapanında bir feryat işitmiş. Bir de bakmış ki, sanki cennetten kopup gelmiş, her kanadında gökkuşağının bütün renkleri pırıl pırıl parıldayan harikulade bir kuş çırpınıp duruyor. Keloğlanı görümce kuş dile gelmiş.
-         Ey insanoğlu; beni bu durumdan kurtarırsan, ben de senin bir dileğini yerine getiririm, diye yalvarmış.
   Keloğlan:
-         Haydi canım, öyle sihirli güçlerin olsa önce kendine hayrın dokunur, diye alay etmiş.
   Kuş:
-           Ben yalnızca başkalarının dileklerini yerine getirebilirim, diye cevap vermiş.
    Keloğlan söylediklerine pek inanmamış ama bu kadar güzel bir kuşun da eziyet çekmesine gönlü razı olmamış. Kuşu kurtarmış kapandan.
-- Haydi marifetini göster. Ben öyle bir tek dilekle yetinmem. Lazım olduğunda kullanacağım bir sürü dilek hakkım olmalı, demiş. Kuş ise:
-- Öyleyse saçının her bir telini bir dilek teli haline getirdim. Dileğini tutup, saçından bir tel kopardığında dileğin gerçekleşir. Yalnız dileklerini akıllıca kullanmalısın. Çünkü kopardığın saçlarının yerine yenisi çıkmayacak, demiş ve uçup gitmiş.
     Keloğlan pek sevinmiş. Denemek için hemen üstüne başına yeni urbalar dileyerek bir saç teli koparıp rüzgâra bırakmış. Bir anda pırıl pırıl, yepyeni kıyafetlere bürünmüş. Keloğlanın keyfine diyecek yokmuş, çünkü artık çalışmasına gerek kalmayacakmış. Anasının dırdırından da kurtulacakmış.
    Hemen eve koşmuş. Anacığı onu böyle gösterişli kıyafetlerin içinde görünce oğlunu tanımakta zorlanmış. Keloğlan başına gelenleri bir bir annesine anlatmış
-         Artık çalışmaya çabalamaya gerek yok, sıkıntılı günlerin geride kaldı anacığım. Artık beğenmediğin oğlun elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyecek, rahat edeceksin, demiş
Keloğlan saçlarını yola yola önce bir yeni ve güzel bir ev,, eşyalar, hizmetçiler, dolu dolu sofralar, altın mücevher, sonra da yine böyle geçici dünyalık şeyler dilemiş. En ufak bir çalışma gayret göstermiyor, her işini oturduğu yerden saçlarını kopara kopara hallediyormuş. Annesi bu varlığa sevinemiyor, aksine bu durumun oğlunun tembelliğini ve vurdumduymazlığını artırmasından dolayı üzülüyormuş. Elinden geldiğince, dili döndüğünce anlatmaya çalışıyormuş ama Keloğlan’ın bir kulağından girip öbüründen çıkıyormuş. Keloğlan kim, ana sözü dinlemek kim.
Gerçekten kopan tellerin yerine yenisi gelmemiş ve Keloğlanın sırma saçları giderek azalmaya başlamış. Fakat Keloğlan bunu da umursamıyormuş.
-         Hala kafamda birçok tel var. Bir gün saçlarımın yeniden çıkmasını dilerim, olur biter diyormuş. Sonunda tek tel saçı kalmış. Keloğlan onu koparıp saçlarının çıkmasını dilemiş ama son tel saçı rüzgârda savrulurken kafasında bir değişiklik olmamış. O zaman kuşun söylediklerini hatırlayıp dövünmeye başlamış ama ne çare.
Saçlarına tekrar kavuşmak için gitmediği hekim, sürmediği merhem kalmamış. Nafile. Elinde avucundaki de zamanla eriyip gitmiş. Öyle ya hazıra dağ mı dayanır?
Neticede haydan gelen huya gitmiş. Keloğlan başladığı yere dönmüş beş parasız ve kel olarak. Derler ki Keloğlan ancak o zaman anlamış insanın çalışarak kazandıklarının kalıcı olduğunu. Keloğlan tembelliğinin bedelini saçlarını kaybederek ödemiş. Ama miskinliğinden vazgeçmek onun için büyük kazanç olmuş. Bir daha anacığını hiç üzmemiş. Helal kazanç için elinden geleni yapmış, kolay kazançlara yüz vermemiş. Alın teri ile kazandığının da kıymetini bilmiş. Karşılığında anacığının hayır dualarını almış.
İşte böyle, anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az…


2 yorum: