Önümde çoktan okunması gerekirken kütüphanenin yersizlikten
çift sıra dizilmiş ahalisi arasında, zannımca ebat olarak da küçük olduğundan
araya kaymış, göze çarpmadığı için ancak dipli köşeli bir temizlik esnasında
öykü kitabına bakıyorum. Sayfaları biraz nem aldığından olsa gerek biraz
sararmış, hafif genzi gıdıklayan bir rutubet kokusu da çeşni olmuş. Öyle
albenili bir kapağı da yok hani. Gerçi kitapları kapaklarının ihtişamına göre
seçen tiplerden de değilim ya nasılsa gözümden kaçmış işte.
İyi okur olduğumu iddia ederim hep. Çok okurum, hızlı
okurum. Kitabın günlerce elimde süründüğü çok enderdir. Okurken kitabın içinde
sürüklenir, yazar beni hangi kalıba sokmak isterse o kalıplara girer çıkarım
bir süre. Tasvirleri tekrar tekrar okuyarak sanki oradaymışım gibi mevsimi,
mekanı, manzarayı film şeridi gibi gözümden geçirir, bir de üstüne
hayıflanırım. Şu yazarlar ne kadar detaycı, ne kadar ince görüşlü oluyorlar.
Ben çevreme bakıyorum, bütün bunları görmüyorum diye bir sızı düşer yüreğime.
Belki benim de başımdan bir hikaye, bir roman konusu olacak olaylar geçmiştir,
ama bunları birine anlatırken bile zamanı, mekanı, yüzleri, sözleri birbirine
karıştırdığım olmuştur.Bu hafıza ile ilgili bir şey olsa gerek. Ancak hayal
gücüme laf söyletmem. Dedim ya tasvirleri betimlemeleri öyle sindiririm ki
içime, sanki o dünyada yaşıyor gibi olurum bir süre. Bu arada deprem olsa oralı
olmam, seslenilse duymam. Kitabı kapattıktan sonra gerçek dünyamın basitliğine
alışmam da biraz zaman alır. Bazen ünlü romanları sahneye aktarırlar ya
hani.Neticede senarist veya yönetmen o kitabı okurken ne kadar hayal etmişse,
sahneye o kadarı aktarılır.
Ben hep hüsrana uğramışımdır okuduğum kitapların filmlerini
izlerken. İşte hiçbir yönetmen okuma esnasında görebildiklerimi göremiyor,
hissettiklerimi hissettiremiyor, beni kitapla alakası olmayan sahte bir
sahnenin içinde oyalayıp duruyor. Misal “Vadim O Kadar Yeşildi Ki” romanının filminde
o dağları, madeni, kasabayı benim gözümde aksettirmiş olsalardı, seyreden
herkes belki o sırada kasabanın rutubetli havasına sinmiş kömür kokusunu bile
duyumsayabilecekti.
Dedim ya hayal gücüm geniş ancak hafızam buna eşlik etmekten
aciz. Bir çırpıda okuduğum kitabın ana fikri hariç bir çok detayı bir süre
sonra siliniveriyor. Bu benim için çok can sıkıcı ve acı verici. Tekrar tekrar
okumalarım bu yüzden. Rahmetli babamın dediğine göre kemikten mamül bu kutu
içindeki zavallı beynimiz bir şeyleri unutacak ki, yeni şeylere yer açılsın.
Dehşet verici bir şey. Eğer unutmazsak sürekli üst üste koyduğumuz hatıralar,
bilgiler vesaire vesaireler beyni patlatabilir mi diye düşünmedim değil.
Her zaman sözlerini, şairlerin mısraları, filozofların
deyişleriyle, yazarların cinaslarıyla süsleyen insanlara imrenmişimdir.
İmrenmekten öte galiba biraz da kıskandım. Tamam işte bu kitapta da var bunun örneği. Kitabı
benden önce okuyan birisi orasını burasını çizmiş, notlar almış. Şu ok
işaretine göre yazar burada Arthur Miller’e, şu diğer öyküdeki şu sözde Sezai
Karakoç’a gönderme yapmış, şu başka öyküde Mesneviye öykünmüş falan. Ben daha
bu çok önemli yazarın çok kıymetli kitabını bu yaşa kadar fark edip okumamış
olmanın ezikliğinden kurtulamamışken, kitabın benden önceki o çokbilmiş
okuyucusunun lüzumsuz(!) karalamalarına maruz kalmak çok onur kırıcıydı.
Ekranlı araçlar çıkalı kitap okuyuculuğu azaldı. Bu dönem
öncesi doğanlar kitapların tadına varabiliyor hala ama yeni nesile kitap
okumanın hazzını aşılamak, onları da bu zevkten mahrum bırakmamak gerekiyor.
Hiçbir pc, tablet vs kitap gibi kokmuyor çünkü…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder