Altı kardeşin en küçüğü olarak, babamın omzuna çıkıp kelini
öpme şımarıklığını göstermeye cesaret edebilecek yegane evlat bendim. Zavallı
ağabey ve ablalarım, babaannemin hayatta olduğu dönemlerde dünyaya
geldiklerinden, onun ve adetlerimizin katı kuralları gereği, değil babacığımın kelini
öpmek, öyle uluorta sırnaşma hürriyetleri hiç olmamış. Adetlerimize göre
anne-babalar büyüklerinin yanında çocuklarına sevgi gösteremezlerdi, ayıptan
öte “haynape” idi. Babaannem bu katı Çerkes kurallarına dini emirlerden öte
değer verir ve uygular, babam da sesini çıkaramazmış. Zaten iki göz oda
evimizde ondan kaçarak çocuk sevilebilecek bir mekan bulunmuyormuş. Babaannem ben
doğmadan kısa süre önce terk-i diyar edip ahirete göçtükten sonra, babam çocuk
sevme konusunda serbest kalabilmiş. O şanslı çocuk bendim ve babamın uzun
yıllar süren çocuk sevebilme hasretine rağmen, tepesine çıkıp kelini öpmek
dışında şımardığımı hatırlamıyorum. Zaten ağabey ve ablalarım babam bana ilgi
gösterdiğinde sitemlerini inceden inceye serpmeye başlarlardı. Zavallı babam
eminim ki hepimizi, hepimizden de çok annemi çok sevdi ama hiçbir zaman
kelimelere dökemedi.
Çocukluğumun hatıralarımda kalan ilk Ramazan günleri babamla
doludur. Zaten adı da Ramazan olduğundandır belki ama çocukluğumun yalnız
Ramazanları değil her anında rahmetli babamın hatıraları var.
Daracık evimizde sahur yemeği hazırlamak başlı başına
meseleydi. Babamın sahurda hamurişi tüketmek gibi bir alışkanlığı vardı. Bir
taraftan çok zahmetli bu yiyecekler annem tarafından hazırlanırken, uyku
mahmurluğundan gözlerini zor açan ablalarım yatakları toplamakla meşguldüler.
Ev o denli küçüktü ve biz o kadar kalabalıktık ki sofra kurabilmek için evvela
yataklar toplanır, sahur sonrası birkaç saatlik uyku için yeniden serilirdi. O
karışıklık içinde muzip ağabeyim beni de uyandırırdı. Annem bulabildiği en
yakın terliği ağabeyime nişan alıp bir azar eşliğinde savuruverirdi o vakit. 4
yaşlarındaydım ve benim kalkmam demek anneme bir ton ilave iş demekti. Çok sık
hasta olurdum bunu engellemek için uykudan uyanınca sırtıma havlu konulur,
ayrıyeten hırka giydirilir, elim-yüzüm yıkanırdı. Yani o kadar işin arasında, o
dar zamanda bir de benimle uğraşmak istemezdi haklı olarak. Böyle durumlarda
sükuneti babam sağlardı:“Kızma hanım, o da alışsın, Sahurun ne olduğunu
öğrensin” diye sakinleştirirdi anacığımı.
Sabah olduğunda sanki oruç tutacakmış gibi kahvaltıya yüz
vermezdim. Öğlene doğru ise birisi çıksa da şu orucumu satın alsa, ben de
karnımı doyursam diye yavaş yavaş ablalarıma yanaşırdım. Hani çocuklar tüm gün oruç tutamayacak kadar
küçük olduklarında, onları yemek yemeye ikna etmek için büyükler derler ya”
orucunun sevabını bana sat, ben senin yerine tutayım, sen karnını doyur”. Karşılığında abur cubur kabilinden gönül
alıcı hediyeler verilirdi. Bu öğlene kadar ancak sürebilen çocuk orucuna da
“tekne orucu” denirdi. Orucum iftara kadar devam edememiş olsa da babacığımın
her akşam bir “iftariyelik” hediyesi olurdu. Bütün gün babamın o gün ne
getireceğinin hayalini kurarak geçirirdim. O zamanlar çikolata şekerleme gibi
şeylere ulaşmak kolay değildi. Hele de bizim gibi kalabalık bir aile için. Ama
babam mutlaka akşam cebinde benim için bir iftarlık eşliğinde gelirdi eve.
Sanki orucu bütün gün tutabilmiş gibi sofrada top atılmasını bekler, “orucumu “
bu iftariyelik ile açardım. Yokluk içinde ama kanaatkar bir sofra, saadetli
günlerim…
Akşam namazını kıldıktan sonra babacığım bana namaz kılma
konusunda talim yaptırırdı. Kıyamda, rükuda, secdede söyleyeceklerimi yanımda
fısıldayarak söyler, ben tekrar ederdim. Dilim dönmediği için yanlış eksik
söylediklerimi bizimkiler kahkahalarla tekrar ederken, babam onları susturur,
ciddiyetle işine devam ederdi.
Ramazan demek bereket
demekti, paylaşmak demekti, birlik beraberlik demekti. Teravihe komşularımızla
birlikte gider, camiyi hınca hınç doldururduk. Bayram yerine dönerdi. Erkekler,
beyaz başörtülü kadınlar, çığlık çığlığa çocuklar. Topluca kınlan teravih sonrası
kadınlar ve çocuklar bazen bir komşuda toplanıp eğlenceye devam ederdik. Bu
bizim için gerçek bir eğlenceydi çünkü maksat “teltel çekmek” idi. Teltel,
pişmaniyeye benzer ama lifleri biraz daha kalın bir tatlı idi. Kadınlar
yuvarlak bir sofra etrafında toplanır, bir taraftan sohbet eder, bir taraftan
unu şekere yedire yedire sündürür, katlar, çekiştirir bir daha sündürür, bu
işlem ahenk içinde devam ederdi. Bu
merasimi seyretmek ayrı birzevk, bitip de yeme faslına geçmek ayrı bir zevkti.
O zaman evler eşya ile hıncahınç dolu olmayıp, insanlar da eşyanın kölesi
olmadıklarından, tek katlı bahçeli evlerde koşma, zıplama, kırma, dökme gibi
uyarılar olmaksızın, gönlümüzce evde, bahçede sokakta oynayabiliyorduk. Ve bu
teltel merasimleri en neşeli, gürültülü ve yapış yapış anlarımızdı.
Biraz daha büyüdüğümde mahalledeki arkadaşlarımla iftar
zamanı Melikgazi tepesine gidişlerimizi hatırlıyorum. Bu tepe o zamanki
boyutlarıma göre dağ gibi geliyordu tabii. Bazı günler ağabeyim arkadaşlarıyla
bu tepeye kendi yaptıkları rengarenk uçurtmaları uçurmaya gelirlerdi. Ben de
peşlerinden tabii. Ağabeyim arada benim de ipi tutmama izin verdiğinde, kendimi
uçurtmanın kuyruğuna tutunmuş uçuyor zannederdim. İşte bu tepede soba
borusundan bozma bir düzenekle iftar topu atılırdı. Kalede de atılıyordu ama
orada gerçek savaş topu kullanılıyordu. Bu top atma töreni mahallenin tüm
çocuklarının ilgisini çekiyordu. Topu hazırlayanın sanki bir ayin
hazırlıyormuşçasına ciddi ve ketum
tavırları bizi büsbütün büyülüyor, çık çıkarmadan, yarım daire şeklinde dizilip
hayran hayran seyrediyorduk. Düzeneği hazırladıktan sonra elindeki uyduruk
meşalesini yakıp Hocanın ezanını beklerken sanki savaşta hücum emrini bekleyen
piyadeler gibiydik. Hoca “Allahu Ekber” der demez fitil ateşlenir, büyük bir gümbürtüyle
borunun içindekiler toz duman eşliğinde savrulurken, bizler son sürat
evlerimize koşmaya başlardık. Bir yandan koşar bir yandan bağırırdık:“Top
patladı, top patladı!” Sanki evdekiler duymamış gibi, ben ter içinde yetişip, nefes nefese bir kez daha
“top patladı” tekmilini verene kadar oruç açmazlardı. Bu tekmil bir de babamdan
“aferin” kazandırırdı. Öyle ya ben olmasam nereden bilip açacaklar oruçlarını. Görevini
yapmış bir asker edasıyla otururdum iftar sofrasına.
Şimdilerde Ramazan isabet etmeyen evler, mahalleler ve
yürekler var. Kendi çocuklarıma bile o çok özlediğim Ramazan hatıralarını
yaşatabildiğimi sanmıyorum. Benim yaşıma geldiklerinde benim kadar renkli
Ramazan hatıraları olmayacağının farkında olmak şimdiden içimi sızlatıyor.
Siz hiç küçük bir çocuğun tekne orucunu satın aldınız mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder