HAKKIMDA

Merhaba, Bizim çocukluğumuzda, yani televizyon ve bilgisayarın olmadığı yıllarda, akşam yemekten sonra sofra toplanır, babalar gazeteye göz atarken devasa büyüklükteki ahşap radyolardan ajans dinlerdi. Büyük ablalar fotoroman, ağabeyler Teksas ile zaman geçirirdi. Anneler bir yandan kızlarının çeyizlerine dantel örerken, bir yandan da dizlerine yatmış ufaklığa masal anlatırdı hafiften. O ufaklıklar masal eşliğinde hayallere dalar, çölleri, denizleri geçer, Kaf Dağına ulaşır, oradan uykunun kollarına kanat açardı. Aslında gözleri ellerindeki kitaplarda olsa da, o abla ve ağabeylerin de kulakları kim bilir kaçıncı kez kendilerinin de bir zamanlar severek dinlediği anne masallarında olurdu. Burada çocukluğumun tatlı hatıraları arasında, hayal dünyamı genişleten o anne masallarıyla birlikte, benim kendi çocuklarıma anlattığım kendi masallarımı ve diğer bilinen çocuk masallarını paylaşmak istedim. Sizler de dizinize yatan kardeşinize, çocuğunuza ve hatta kendinize anlatasınız, masal dünyasının uçsuz bucaksız macerasına katılasınız diye

8 Haziran 2014 Pazar

Çocukluğumun Ramazanları


Altı kardeşin en küçüğü olarak, babamın omzuna çıkıp kelini öpme şımarıklığını göstermeye cesaret edebilecek yegane evlat bendim. Zavallı ağabey ve ablalarım, babaannemin hayatta olduğu dönemlerde dünyaya geldiklerinden, onun ve adetlerimizin katı kuralları gereği, değil babacığımın kelini öpmek, öyle uluorta sırnaşma hürriyetleri hiç olmamış. Adetlerimize göre anne-babalar büyüklerinin yanında çocuklarına sevgi gösteremezlerdi, ayıptan öte “haynape” idi. Babaannem bu katı Çerkes kurallarına dini emirlerden öte değer verir ve uygular, babam da sesini çıkaramazmış. Zaten iki göz oda evimizde ondan kaçarak çocuk sevilebilecek bir mekan bulunmuyormuş. Babaannem ben doğmadan kısa süre önce terk-i diyar edip ahirete göçtükten sonra, babam çocuk sevme konusunda serbest kalabilmiş. O şanslı çocuk bendim ve babamın uzun yıllar süren çocuk sevebilme hasretine rağmen, tepesine çıkıp kelini öpmek dışında şımardığımı hatırlamıyorum. Zaten ağabey ve ablalarım babam bana ilgi gösterdiğinde sitemlerini inceden inceye serpmeye başlarlardı. Zavallı babam eminim ki hepimizi, hepimizden de çok annemi çok sevdi ama hiçbir zaman kelimelere dökemedi.
Çocukluğumun hatıralarımda kalan ilk Ramazan günleri babamla doludur. Zaten adı da Ramazan olduğundandır belki ama çocukluğumun yalnız Ramazanları değil her anında rahmetli babamın hatıraları var.
Daracık evimizde sahur yemeği hazırlamak başlı başına meseleydi. Babamın sahurda hamurişi tüketmek gibi bir alışkanlığı vardı. Bir taraftan çok zahmetli bu yiyecekler annem tarafından hazırlanırken, uyku mahmurluğundan gözlerini zor açan ablalarım yatakları toplamakla meşguldüler. Ev o denli küçüktü ve biz o kadar kalabalıktık ki sofra kurabilmek için evvela yataklar toplanır, sahur sonrası birkaç saatlik uyku için yeniden serilirdi. O karışıklık içinde muzip ağabeyim beni de uyandırırdı. Annem bulabildiği en yakın terliği ağabeyime nişan alıp bir azar eşliğinde savuruverirdi o vakit. 4 yaşlarındaydım ve benim kalkmam demek anneme bir ton ilave iş demekti. Çok sık hasta olurdum bunu engellemek için uykudan uyanınca sırtıma havlu konulur, ayrıyeten hırka giydirilir, elim-yüzüm yıkanırdı. Yani o kadar işin arasında, o dar zamanda bir de benimle uğraşmak istemezdi haklı olarak. Böyle durumlarda sükuneti babam sağlardı:“Kızma hanım, o da alışsın, Sahurun ne olduğunu öğrensin” diye sakinleştirirdi anacığımı.
Sabah olduğunda sanki oruç tutacakmış gibi kahvaltıya yüz vermezdim. Öğlene doğru ise birisi çıksa da şu orucumu satın alsa, ben de karnımı doyursam diye yavaş yavaş ablalarıma yanaşırdım.  Hani çocuklar tüm gün oruç tutamayacak kadar küçük olduklarında, onları yemek yemeye ikna etmek için büyükler derler ya” orucunun sevabını bana sat, ben senin yerine tutayım, sen karnını doyur”.  Karşılığında abur cubur kabilinden gönül alıcı hediyeler verilirdi. Bu öğlene kadar ancak sürebilen çocuk orucuna da “tekne orucu” denirdi. Orucum iftara kadar devam edememiş olsa da babacığımın her akşam bir “iftariyelik” hediyesi olurdu. Bütün gün babamın o gün ne getireceğinin hayalini kurarak geçirirdim. O zamanlar çikolata şekerleme gibi şeylere ulaşmak kolay değildi. Hele de bizim gibi kalabalık bir aile için. Ama babam mutlaka akşam cebinde benim için bir iftarlık eşliğinde gelirdi eve. Sanki orucu bütün gün tutabilmiş gibi sofrada top atılmasını bekler, “orucumu “ bu iftariyelik ile açardım. Yokluk içinde ama kanaatkar bir sofra, saadetli günlerim…
Akşam namazını kıldıktan sonra babacığım bana namaz kılma konusunda talim yaptırırdı. Kıyamda, rükuda, secdede söyleyeceklerimi yanımda fısıldayarak söyler, ben tekrar ederdim. Dilim dönmediği için yanlış eksik söylediklerimi bizimkiler kahkahalarla tekrar ederken, babam onları susturur, ciddiyetle işine devam ederdi.
 Ramazan demek bereket demekti, paylaşmak demekti, birlik beraberlik demekti. Teravihe komşularımızla birlikte gider, camiyi hınca hınç doldururduk. Bayram yerine dönerdi. Erkekler, beyaz başörtülü kadınlar, çığlık çığlığa çocuklar. Topluca kınlan teravih sonrası kadınlar ve çocuklar bazen bir komşuda toplanıp eğlenceye devam ederdik. Bu bizim için gerçek bir eğlenceydi çünkü maksat “teltel çekmek” idi. Teltel, pişmaniyeye benzer ama lifleri biraz daha kalın bir tatlı idi. Kadınlar yuvarlak bir sofra etrafında toplanır, bir taraftan sohbet eder, bir taraftan unu şekere yedire yedire sündürür, katlar, çekiştirir bir daha sündürür, bu işlem ahenk içinde devam ederdi.  Bu merasimi seyretmek ayrı birzevk, bitip de yeme faslına geçmek ayrı bir zevkti. O zaman evler eşya ile hıncahınç dolu olmayıp, insanlar da eşyanın kölesi olmadıklarından, tek katlı bahçeli evlerde koşma, zıplama, kırma, dökme gibi uyarılar olmaksızın, gönlümüzce evde, bahçede sokakta oynayabiliyorduk. Ve bu teltel merasimleri en neşeli, gürültülü ve yapış yapış anlarımızdı.
Biraz daha büyüdüğümde mahalledeki arkadaşlarımla iftar zamanı Melikgazi tepesine gidişlerimizi hatırlıyorum. Bu tepe o zamanki boyutlarıma göre dağ gibi geliyordu tabii. Bazı günler ağabeyim arkadaşlarıyla bu tepeye kendi yaptıkları rengarenk uçurtmaları uçurmaya gelirlerdi. Ben de peşlerinden tabii. Ağabeyim arada benim de ipi tutmama izin verdiğinde, kendimi uçurtmanın kuyruğuna tutunmuş uçuyor zannederdim. İşte bu tepede soba borusundan bozma bir düzenekle iftar topu atılırdı. Kalede de atılıyordu ama orada gerçek savaş topu kullanılıyordu. Bu top atma töreni mahallenin tüm çocuklarının ilgisini çekiyordu. Topu hazırlayanın sanki bir ayin hazırlıyormuşçasına  ciddi ve ketum tavırları bizi büsbütün büyülüyor, çık çıkarmadan, yarım daire şeklinde dizilip hayran hayran seyrediyorduk. Düzeneği hazırladıktan sonra elindeki uyduruk meşalesini yakıp Hocanın ezanını beklerken sanki savaşta hücum emrini bekleyen piyadeler gibiydik. Hoca “Allahu Ekber” der demez fitil ateşlenir, büyük bir gümbürtüyle borunun içindekiler toz duman eşliğinde savrulurken, bizler son sürat evlerimize koşmaya başlardık. Bir yandan koşar bir yandan bağırırdık:“Top patladı, top patladı!” Sanki evdekiler duymamış gibi, ben  ter içinde yetişip, nefes nefese bir kez daha “top patladı” tekmilini verene kadar oruç açmazlardı. Bu tekmil bir de babamdan “aferin” kazandırırdı. Öyle ya ben olmasam nereden bilip açacaklar oruçlarını. Görevini yapmış bir asker edasıyla otururdum iftar sofrasına.
Şimdilerde Ramazan isabet etmeyen evler, mahalleler ve yürekler var. Kendi çocuklarıma bile o çok özlediğim Ramazan hatıralarını yaşatabildiğimi sanmıyorum. Benim yaşıma geldiklerinde benim kadar renkli Ramazan hatıraları olmayacağının farkında olmak şimdiden içimi sızlatıyor.

Siz hiç küçük bir çocuğun tekne orucunu satın aldınız mı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder