HAKKIMDA

Merhaba, Bizim çocukluğumuzda, yani televizyon ve bilgisayarın olmadığı yıllarda, akşam yemekten sonra sofra toplanır, babalar gazeteye göz atarken devasa büyüklükteki ahşap radyolardan ajans dinlerdi. Büyük ablalar fotoroman, ağabeyler Teksas ile zaman geçirirdi. Anneler bir yandan kızlarının çeyizlerine dantel örerken, bir yandan da dizlerine yatmış ufaklığa masal anlatırdı hafiften. O ufaklıklar masal eşliğinde hayallere dalar, çölleri, denizleri geçer, Kaf Dağına ulaşır, oradan uykunun kollarına kanat açardı. Aslında gözleri ellerindeki kitaplarda olsa da, o abla ve ağabeylerin de kulakları kim bilir kaçıncı kez kendilerinin de bir zamanlar severek dinlediği anne masallarında olurdu. Burada çocukluğumun tatlı hatıraları arasında, hayal dünyamı genişleten o anne masallarıyla birlikte, benim kendi çocuklarıma anlattığım kendi masallarımı ve diğer bilinen çocuk masallarını paylaşmak istedim. Sizler de dizinize yatan kardeşinize, çocuğunuza ve hatta kendinize anlatasınız, masal dünyasının uçsuz bucaksız macerasına katılasınız diye

1 Eylül 2014 Pazartesi

Serpil'den: Cennetlik Dede

İlyas Dede yemyeşil ormanla kaplı iki dağın arasındaki vadide, yaz-kış gürül gürül akan buz gibi çayın kenarına yerleşmiş küçük kasabasında yaşıyordu. Her şeyi şifaydı buraların, mis gibi orman havası insanın ciğerlerini cilalıyordu adeta. Suyu desen dillere destandı. Annemin demesine göre doktorların bildiği bilmediği bütün hastalıkların dermanıydı kasabanın mütevazı kaplıcası. Şehirden hafta sonları akın akın insanlar gelir,  küçük sevimli pansiyonlar dolar taşar, sokaklar, pazar yeri insan seli olurdu. Öyle ki bu kadar insan akşamları oyalanabilsin diye şehirdeki gibi yazlık sineması bile vardı. Akşamları en romantik Yeşilçam filmleri seyredilirken, bolca tuzlu ay çekirdeği yenilir ki kaplıcanın şifalı suyu daha bir iştahla içilebilsin. Pansiyonun verandasında annemler gazocağında demledikleri çayı yudumlarken, ben bu manzarayı bütün görüntüsü, sesi ve kokusuyla içime çekmeye çalışırdım. Ne zaman “gözlerim vagonları dolaştı üzgün üzgün” şarkısını duysam tekmili birden kasaba manzarası gözümde canlanır, gazocağının ve demlenen çayın kokusunu bile hissederim.
Biz annemin böbrek taşı nedeniyle ziyaret ederdik kasabayı. Zaman zaman anacığıma dayanılmaz acılar çektirdiğine şahit olduğum bu hastalık, kasabadaki kaplıca ve şifalı kaynak suyu sayesinde biraz yatışıyordu. Geldiğimizde İlyas Dedelerin pansiyonunda kalıyorduk. İlyas Dede-ki biz ona ablacığımla “Cennetlik Dede” derdik- dedemin yakın dostu, uzak bir akrabasıymış. Yaşı nedeniyle biraz beli bükülmüş olsa da hala dinç, kendince çevik, açık mavi gözleri hafif çukura kaçmış, bembeyaz sakalı itina ile düzeltilmiş, taranmış, yüzünü aydınlatan ve hiç eksilmeyen tebessümü, titrek sıcacık sesiyle benim masal kahramanımdı. Hikayelerde, masallarda anlatılan ak sakallı nur yüzlü dedeydi. Konuşurken yüzündeki mütebessim ifade devam eder, asla kırıcı incitici söz söylemez, kimsenin ardından konuşmazdı. Velhasıl hem görünüşü, hem hal ve hareketleri hem de ibadetlerine düşkünlüğü ile “Cennetlik Dede” olmayı hak ediyordu.
Annem anlatırdı, pansiyonculukla ucu ucuna biriktirdiği parayla hacca gitmek istemiş.  Şehirden eşraftan, okumuştan dört kelli felli adamla yol ve oda arkadaşı olmuş. Cennetlik Dede bunlar önemli alim adamlar, ben bunların da hizmetini göreyim, sevaplarından nasipleneyim diye düşünmüş. Yemeklerini yapmış, sofralarını kurmuş. Ama bakmış ki koskoca alim adamlar haccı unutmuş siyaset peşine düşmüş, ha bire o parti bu parti tartışıp duruyorlar, fark ettirmeden ortadan kaybolmuş. Gece gündüz Kabe’nin çevresinden ayrılmamış.
Dönüşte bu kelli felli adamlar, kendilerini ziyarete gelenlere demişler ki:
__Biz Hacı olamadık, Hacı olmayı hak eden biri varsa o da İlyas Dededir. Biz neye gittiğimizi unutup gaflet içinde siyaset davası güderken ortadan kayboldu. Bir de baktık ki Araplar sırtlarına almışlar İlyas Dedeyi tavaf ettiriyorlar. Yüzüne öyle bir nur inmiş ki delikanlılar sırtlarında taşımak için birbiriyle yarışıyor. Haccın idrakine varan odur, gidin onu bulun, onu ziyaret edin.
Sonraları hastalık ve yaşlılık iyice belini büktüğünde de değişmedi Cennetlik Dede. Bir gün annemin rahatsızlığını duymuş, bizi ziyaret etmek istemiş. Mendilinin içine iki elma, birkaç ceviz, birkaç şeker koymuş. Kızı meraklanıp bunları ne yapacağını sorunca Cennetlik Dede:
__ Çocuklar için hediye, demiş. Kızı:
__ Ah babacığım bu kadarcıkla hediye olur mu, ben bir sepet hazırlarım şimdi, deyince cevap vermiş:
__Yavrucuğum onlar benim gönlümden daha fazlasının geçtiğini, fakat ancak bunları taşımaya gücümün yettiğini bilir, bununla mutlu olurlar, sen merak etme.
Gerçekten İlyas Dedeyi, mütebessim yüzünü görmek bizim için dünyalara bedeldi zaten. Bizi düşünmüş olması, kalbinde bize de yer açması hazineydi. İyi ki seni tanıdık Cennetlik Dede. Kulun layık gördüğünü Allah Teala da layık görürmüş. Biz ablamla küçücük kalplerimizde onu Cennete yakıştırmıştık. Şimdi oradan bize tebessüm etmeye devam ediyor eminim. 

Annemden: Kedi

Kimse öyle şımarık, cüretkar, kendini beğenmiş bir kedi görmemişti ömrü hayatında. Gerçi cins kediydi, tüyleri inci beyazı, ışık vurdukça başka türlü parlardı. İpek gibi yumuşacıkdı. Bu güzelliğin farkında olmalıydı ki başköşedeki minderinde yalanıp tüylerini temizlerken, “bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya” misali pek bir edalıydı. Ortaçağ Avrupasının asalet düşkünü süslü kokonaları andırıyordu.
Şehrin en kalabalık caddesinde bir arabanın altında kalmış annesinin başında çaresizce inlerken bulmuştu onu İsmail Dayı. Benim gibi öksüz kalmış diye acımış, evinin başköşesinde süslü yatağını hazırlatmış, keçi sütüyle beslemiş, itina ile büyütmüştü. Haliyle epeyce de şımartmıştı. Bu şımarık kedi İsmail Dayının merhametini suiistimal edip yapmadık yaramazlık bırakmadığı gibi, şimdilerde yeni eğlence olarak komşulara dadanıp onları da canlarından bezdiriyordu. Köylük yerde hırlı hırsız barınamadığından evlerin kapıları açıktır. Bu çokbilmiş, gider Hacer Teyzenin kurusun diye ocağa astığı etini gasp eder, Elife Bacının yoğurt çalıp gömdüğü sütünü yerlere döker, kiminin bahçesinde civcivleri kovalar, kimi bebelerin elini tırmalardı. Komşular İsmail Dayıya hürmetlerinden komşuluk hatırıdır diye önceleri bir şey belli etmemişlerdi. Ama bir değil, iki değil, bu arsız yüzsüz kedi hepsine yaka silktirmişti. Şikayet etmek komşuluk hukukuna aykırı imiş ama zalim kedi canlarına yettiğinden hukuk mukuk düşünecek halleri kalmamıştı. Bir akşam çekine çekine İsmail Dayıya varıp yaramazı yaptıklarını anlattılar.
İsmail Dayı:
--Yahu emin misiniz, bu anlattıklarınızın hepsini bu öksüz mü yaptı diye sitem edecek oldu. Öyle ya onca edepsizliği şu yastığında süzgün süzgün bakan öksüz kedisinin yapacağına inanmak oldukça zordu. Ancak bir iki değil tüm komşular şikayetçiydi, üstelik şahitleri de mevcuttu.
İsmail Dayı düşündü, taşındı, bunca yıllık komşuları dostları bir tarafta, yavruyken bulup eliyle besleyerek büyüttüğü güzel kedisi bir tarafta. Doluya koymuş almadı, boşa koymuş dolmadı, en sonunda kararını verdi.
Sabah erkenden kalktı, kedisi yemeğini yerken seyretti son kez gözleri nemlenerek. Sonra aldı dizine okşadı, sevdi, tüylerini taradı. Aniden kediyi kucaklayıp bir çuvala koydu ve atının terkisine atıp şehrin yolunu tuttu. Nihayet şehre vardığında çuvalın ağzını gevşetip bir sokağın başına bırakıp hızla oradan ayrıldı. Hazır şehre gitmişken tabibe göründü, müzmin hastalıklarının ilaçlarını temin etti, alışverişini yaptı. İkindi namazını kılıp atını emanet bıraktığı ahırdan alıp köyünün yolunu tuttu. Gün batarken köyüne vasıl oldu. İçi buruk, gönlü kırık, en yakın dostuna ihanet etmenin verdiği vicdan azabı ile sedire yaslandığında bir de ne görsün. Sevgili kedisi başköşedeki minderde bitkin perişan yatmıyor mu? Belli ki onca yolu yürümüş ki patileri parçalanmış, o güzelim tüyler dikenden pıtraktan görünmez olmuş, zavallıcık aç biilaç geldiği onca yolun etkisiyle yarı baygın serilmiş melül mahzun bakınıyor.

Eyvah dedi İsmail Dayı, ben ne yapmışım? Hemen karnını doyurup patilerine pansuman yaptı. Ertesi gün şehirden merhemler getirtti, kedicik iyileşene kadar bebek gibi baktı. Sonunda kedi iyileşmiş iyileşmesine de hani burnu sürtüldü derler ya, o şımarıklığından, yaramazlığından eser kalmadı. Kendi bahçelerinin dışına çıkmadığı gibi kimseyi de rahatsız etmedi.