HAKKIMDA

Merhaba, Bizim çocukluğumuzda, yani televizyon ve bilgisayarın olmadığı yıllarda, akşam yemekten sonra sofra toplanır, babalar gazeteye göz atarken devasa büyüklükteki ahşap radyolardan ajans dinlerdi. Büyük ablalar fotoroman, ağabeyler Teksas ile zaman geçirirdi. Anneler bir yandan kızlarının çeyizlerine dantel örerken, bir yandan da dizlerine yatmış ufaklığa masal anlatırdı hafiften. O ufaklıklar masal eşliğinde hayallere dalar, çölleri, denizleri geçer, Kaf Dağına ulaşır, oradan uykunun kollarına kanat açardı. Aslında gözleri ellerindeki kitaplarda olsa da, o abla ve ağabeylerin de kulakları kim bilir kaçıncı kez kendilerinin de bir zamanlar severek dinlediği anne masallarında olurdu. Burada çocukluğumun tatlı hatıraları arasında, hayal dünyamı genişleten o anne masallarıyla birlikte, benim kendi çocuklarıma anlattığım kendi masallarımı ve diğer bilinen çocuk masallarını paylaşmak istedim. Sizler de dizinize yatan kardeşinize, çocuğunuza ve hatta kendinize anlatasınız, masal dünyasının uçsuz bucaksız macerasına katılasınız diye

9 Mayıs 2013 Perşembe

Annemden Masallar 5: Talih Kuşu


TALİH KUŞU

                   Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Keloğlan adında zeki, muzip, cin fikirli bir oğlan yaşarmış. Meraklı, macerayı seven bir yapısı olduğundan köyü ona dar gelirmiş. Bir gün yeni yerler görüp, macera yaşama isteği öyle benliğini sarmış ki, hemen heybesini sırtına alıp, anasından helallik dileyip yola koyulmuş.
                   Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş. Sonunda Kaf dağının ardında, cennet gibi bir ülkeye ulaşmış.
                   O sırada o ülkenin padişahı, güzeller güzeli kızı için en uygun damat adayını seçmeye çalışıyormuş. Dünyanın dört bir tarafından gelmiş, birbirinden yakışıklı, birbirinden yiğit ve birbirinden zengin prensler, prensesle evlenecek şanslı kişi olmaya can atıyorlarmış. Çünkü prensesin güzellikte bir eşi yokmuş ve padişahın tek çocuğu olduğu için onunla evlenecek kişi padişah öldüğünde ülkeyi yönetecek olan kişiymiş. Padişah bu birbirinden nitelikli adaylardan hangisinin uygun olduğuna bir türlü karar veremiyormuş. Bu konuda prensesin fikrini almak aklının köşesinden dahi geçmiyormuş. Sonunda prenslerin hepsini sarayın görkemli bahçesine toplamış. Prensesin yumurtadan çıktığından beri bakıp büyüttüğü karbeyaz güvercini salacağını, güvercin kimin başına konarsa kızını o prense vereceğini açıklamış. Herkes çok şaşırmış bu karara. Ama işte padişah bu, kim karşı çıkabilir ki? Dalkavuklar hemen ne kadar doğru bir karar verdiğini söyleyip padişahı övmeye başlamışlar. Prenses ise kiminle evleneceği konusunun kendisine değil, bir kuşa bırakılmasına çok içerliyor, ama babasını kararından döndüremiyormuş. Aslında ona kalsa, kendisiyle evlenmeye can atan bu havalı prenslerin hiçbirini istemiyormuş.
                   Bizim Keloğlan da nasıl olmuşsa bu kalabalığın ortasında bulmuş kendini. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, padişahın sarayın balkonundan salıverdiği güvercin süzülmüş, süzülmüş, o kadar süslü baş arasından tutup Keloğlan’ın kel başına konuvermiş. Herkes hayretten donakalmış. Padişah hiddetle haykırmış:
  -- Sen kimsin bre densiz? Ne işin var bu soylu prenslerin arasında?
   Keloğlan sırıtmış:
  -- Benim adım Keloğlan. Garip bir gezginim. Yolum buralara düştü. Kalabalığı görünce meraklanıp ben de karıştım. Kabahat mi işledim, diye cevap vermiş.
                   Prensesin çok komiğine gitmiş bu durum. Katıla katıla gülmeye başlamış. İlk kez onu böyle güldürüyormuş birisi. Bu saf ve cesaretli oğlandan çok hoşlanmış.
                   Padişah öfkeli bir şekilde güvercinin yakalanarak yeniden uçurulmasını istemiş. Ancak güvercin yine dönüp dolaşıp Keloğlan’ın kafasına konmuş. İyice hiddetlenen padişah, Keloğlan’ın kafasına çuval geçirildikten sonra güvercinin salıverilmesini istemiş. Fakat güvercin o güzelim tüylü telekli, incili yakutlu prens kavukları dururken, Keloğlan’ın çuval geçirilmiş başına konmayı tercih etmiş.
                   Padişah öfkesinden alev alev yanıyormuş adeta. Koskoca padişahın söylediği sözden dönmesi mümkün değilmiş. Ancak kızını da bu çulsuza verip veliaht yapmak istemiyormuş. Keloğlan’dan kurtulmanın yolunu düşünüp dururken, aklına müthiş bir fikir gelmiş.
  –Peki Keloğlan bu sınavı geçtin. Ama eğer kızımla evlenmek istiyorsan geçmen gereken bir sınav daha var, demiş.
   Keloğlan:
  _Kim istemez böyle bir dünya güzeli ile evlenmeyi? Madem ki talih kuşu başıma kondu, her türlü imtihana hazırım. Sevgili prensesimle evlenmek alnıma yazılmış ise, Mevlâm bana yardım eder, diye cevap vermiş. Padişah bıyık altından sırıtarak:
 _Şu karşıda gördüğün dağda kocaman bir dev yaşar. Bu dev her sene köylünün mahsulünün büyük kısmını aldığı gibi, her hafta da bir koyun götürür. Şimdiye dek ona güç yetirecek bir yiğit çıkmadı. O da bunca zamandır halkımın iliğini kemiğini kuruttu. Bu devi dize getirirsen kızımı sana veririm.
        Prenses bunu duyunca gözyaşlarına boğulmuş. Babasının zavallı Keloğlan’ı ölüme gönderdiğini anlamış. Çünkü şimdiye dek deve kafa tutanın sağ salim döndüğü görülmemişmiş. Ancak ne kadar yalvarsa da babasını sözünden döndürememiş.
         Keloğlan kabul etmiş ve herkesin şaşkın bakışları arasında devin yaşadığı dağa doğru yola koyulmuş. Hem gidiyor, hem düşünüyormuş devle nasıl başa çıkacağım diye.
          Sonunda devin yaşadığı dağa ulaşmış. Heybesinden baltasını çıkarıp dev gibi sedir ağaçlarından birkaç tanesini kesmiş. Bunları yontmuş. Bu koca ağaçlarla koca bir sandık yapmaya başlamış.
                   Keloğlan uğraşadursun, Dağdaki bu tak tuk sesler devin kulağına gitmiş. Gürültü yapan bu davetsiz misafir onu çok sinirlendirmiş. Seslerin geldiği yöne ilerlemiş. Bir de bakmış ki kel başlı cılız bir oğlan, kendinden büyük bir sandıkla uğraşıp duruyor. Hiddetle gürlemiş:
  _Kim benim ağaçlarımı kesmeye, gürültü yapıp beni rahatsız etmeye cesaret eden densiz?
       Keloğlan hiç oralı olmamış.
  _Gel hemşerim gel, tam zamanında geldin. Şu sandığın içine gir de hiç delik kalmış mı kontrol edelim. Padişah bu sandığı altın tozuyla doldurup sana gönderecekti. Delik kalırsa bütün altın tozu akıp gider getirene kadar, demiş.
                   Dev Keloğlan’ın kendisinden korkmadığını görünce çok şaşırmış, söylediklerine de hemen inanmış. Altın lafını duyunca pek heveslenmiş. Bir zerresi bile zayi olmasın diye sandığın içine girmeyi kabul etmiş. Dev sandığa girer girmez, Keloğlan kapağını kapayıp her bir taraftan çivilemiş. Bir yandan:
  _Tamam hiç delik yok, çıkar beni artık, diye bağırıp duran deve kulak asmadan, sandığın çevresini zincirlerle sarmış sarmalamış. Dev istese de çıkamazmış artık.
                   Keloğlan daha sonra bu koca sandığı dağdan aşağı yuvarlamaya başlamış. Yuvarlaya yuvarlaya sarayın avlusuna kadar getirmiş. Padişah artık Keloğlan’ın dönmeyeceğini düşünüyor, damat seçimi konusunda planlar yapıyormuş odasında. Duyduğu gürültü ile irkilip balkona koşmuş. Bir de bakmış ki Keloğlan koca bir sandığın başında duruyor. Padişahı gören Keloğlan seslenmiş:
  _ Ey Padişah; ben sözümü tuttum. Devi dize getirdim. İşte bu sandığın içinde kendisi. Sen de artık sözünü tut!
                   Padişahın hayretten dili tutulmuş, yüzü kireç gibi bembeyaz olmuş. Ne diyeceğini bilememiş. Keloğlan padişahı tereddütlü görünce sözlerine devam etmiş:
  _ Herhalde koskoca padişah verdiği sözden cayacak değil! Yoksa ikna olmak için devi kendi gözleriyle mi görmek istiyor?
 Padişah telaşla:
  _ Aman aman, sakın çıkarma onu dışarı, diye yalvarmış.
                   Bu arada devin sandıktan boğuk boğuk seslendiği duyulmuş:
  _ Ey yiğit delikanlı! Beni oyuna getirip alt ettin. Bu gücüme kuvvetime rağmen sana yenildim. Bükemediğin bileği öpmek gerekir. Sana söz veriyorum. Eğer beni çıkarırsan, senin en sadık hizmetkarın olacağım ve sen istemezsen kimseye zarar vermeyeceğim.
                   Keloğlan zincirleri çözüp sandığı açmış ve devi sandıktan çıkarmış. Dev Keloğlan’ın önünde saygı ile eğilmiş. Sonra da onu omuzlarının üzerine almış. Keloğlan devin omzunda oturduğu yerden padişaha:
  _ Ey Padişah! Prensesi benimle evlendirecek misin? diye seslenmiş.          
Padişahın korkudan dudakları uçuklamış.
  _ Elbette, elbette diyebilmiş kekeleyerek. Prenses bu duruma çok sevinmiş. Çünkü ilk gördüğü andan beri Keloğlan’a gönül vermişmiş.
                   Kırk gün kırk gece süren düğünle prenses ve Keloğlan dünya evine girmişler. Keloğlan anacığını da yanına getirtmiş. Dev söz verdiği gibi Keloğlan’ın yanından hiç ayrılmamış. Sarayın muhafız komutanlığını üstlenmiş. Birlikte uzun yıllar mutlu yaşamışlar. Gökten üç elma düşmüş. Biri Keloğlan ve prensese, biri masalı dinleyenlere, biri de verdiği sözlerde duranlara...                            

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder