HAKKIMDA

Merhaba, Bizim çocukluğumuzda, yani televizyon ve bilgisayarın olmadığı yıllarda, akşam yemekten sonra sofra toplanır, babalar gazeteye göz atarken devasa büyüklükteki ahşap radyolardan ajans dinlerdi. Büyük ablalar fotoroman, ağabeyler Teksas ile zaman geçirirdi. Anneler bir yandan kızlarının çeyizlerine dantel örerken, bir yandan da dizlerine yatmış ufaklığa masal anlatırdı hafiften. O ufaklıklar masal eşliğinde hayallere dalar, çölleri, denizleri geçer, Kaf Dağına ulaşır, oradan uykunun kollarına kanat açardı. Aslında gözleri ellerindeki kitaplarda olsa da, o abla ve ağabeylerin de kulakları kim bilir kaçıncı kez kendilerinin de bir zamanlar severek dinlediği anne masallarında olurdu. Burada çocukluğumun tatlı hatıraları arasında, hayal dünyamı genişleten o anne masallarıyla birlikte, benim kendi çocuklarıma anlattığım kendi masallarımı ve diğer bilinen çocuk masallarını paylaşmak istedim. Sizler de dizinize yatan kardeşinize, çocuğunuza ve hatta kendinize anlatasınız, masal dünyasının uçsuz bucaksız macerasına katılasınız diye

10 Haziran 2014 Salı

Annemden Masallar-7: Hint Padişahının Kızı


Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş, çok söz söylemek günahmış. Uzak ülkelerden birinin iyi kalpli bir padişahı varmış. Padişah ölüm döşeğinde çok sevdiği oğullarını yanına çağırmış. Onlara kendisinin bu dünyada vaktinin kalmadığını, ölürken yerine hükümdar olması için en büyük oğlunu seçtiğini, diğerlerinin de ağabeylerine itaat etmesi gerektiğini vasiyet etmiş. Son olarak sarayın kulesinde kilitli bir oda olduğunu ve o odayı kendisinin ve ülkesinin selameti için açmaması gerektiğini anlatmış. Şehzadeler padişaha vasiyetini yerine getireceklerini beyan edip gönlünü ferahlatmışlar. Neticede kısa süre sonra ecel gelip padişah vefat edince yerine büyük oğlu Beslan geçmiş.
Beslan da babası gibi adaletle yönetmiş ülkesini. Kardeşleri babalarının vasiyetlerine uyarak ağabeylerine destek oluyorlarmış. Bir gün sarayda dolaşırken yolu kuleye düşmüş. Kilitli kapı dikkatini çekmiş. Anahtarına bakınmış bulamamış, kapıyı zorlamış açamamış. Babasının aksi yönde vasiyeti olmasına rağmen merakı ağır basmış. Yıllardır babasına hizmet eden yaşlı veziri yanına çağırıp kuledeki kilitli odanın anahtarını sormuş. Tecrübeli vezir genç padişahı vazgeçirmeyi denemiş. Kilitli odanın hikayesini anlatmak zorunda kalmış.
_Hükümdarım, o kilitli odada bir resim var. Bu Hint Padişahının kızının resmidir. Bu kız öyle güzeldir ki kardan beyaz teni, geceden siyah gözleri ve saçları, ceylan gibi gözlerini bir gören aşık olur ve her şeyi unutur. Hint Padişahı bu resmi bütün padişah ve krallara gönderdi. Dünyadaki en gözü pek ve en zeki prensine kızını vermek istiyor. Ancak bir şartı var. Kızını ülkesinin dipsiz ormanları arasında bir yere saklamış. Gerçekten bu saraya “bilinmezler yolu”ndan gidilebiliyormuş ve bu yol çok tehlikeliymiş. Kızına talip olanın onu kendi yetenekleriyle bulabilmesi gerekiyor. O kadar ki nice cengaverler, arslan parçası gibi yiğit şehzadeler bu prenses uğruna bu uğursuz yollarda telef olmuşlar. Zaten eğer bulamazsa Hint Padişahı o prensin hayatına son veriyor. Sevgili merhum padişahımız sizleri böyle bir maceraya sürüklememek için o resmi saklamak istedi. Ancak resim sihirli malzemeden yapıldığı için yok edemedik. Biz de bu odaya koyup kilitledik. Haşmetli padişahım, sadece kendinizi değil halkınızı da düşünüp bu maceraya girmemenizi istirham ederim.
Ne yazık ki vezir ne derse desin genç padişahı ikna edememiş, aksine padişahın merakı daha da artmış. Neticede emir demiri keser derler, padişahın kati emriyle odanın kapısı açılmış. Beslan Şah odaya tek başına girmiş ve duvarda asılı resmin örtüsünü indirmiş. Resimdeki kız o kadar güzelmiş ki bu güzelliği anlatacak kelimeler daha keşfedilmemişmiş. Bu büyülü güzellik Beslan Şahı da esir etmiş. Genç padişah artık Hint Padişahının kızından başka bir şey düşünemez olmuş. Kendini de tahtını da unutmuş. Yaşlı vezir ve kardeşleri ne kadar çabaladılarsa da sonuç değişmemiş. Ülkeyi ortanca kardeş Guşan’a bırakmış. Hazinesindeki en güzel mücevherleri hazırlatmış ve Hint padişahının kızını istemek üzere yola çıkmış.
Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Günler sonra Hint padişahının topraklarına varmış. Burası geçit vermez dev ağaçlarla dolu bir ormanmış. Bir süre ilerledikten sonra hava karardığından yolunu seçmesi daha da güçleştiğinden kaybolmuş. Karanlıkta bu orman daha da korkutucu bir hal almış ama genç padişah yılmadan yola devam etmeye kararlıymış. Nihayet ağaçların seyrekleştiği bir alanda ışıklarını seçebildiği bir eve rastlamış. Yol sormak için o yöne seğirtmiş.  Bu kulübe ormanda tek başına yaşayan ancak yolu düşenlere yardım eden, topladığı bitkilerle hastalıkları iyileştiren tonton Şifa Ananın eviymiş. İhtiyarcık Beslan Hanı güler yüzle karşılayıp buyur etmiş. İkramlarda bulunmuş.  Üstelik Beslan Han daha anlatmadan öyküsünü bilivermiş.
__ Ah oğul, bu uğurda ne padişahlar ve prensler heder oldu, gel vazgeç bu sevdadan dediyse de vazgeçirememiş.
__Hiç olmazsa yanında getirdiği pahalı mücevherleri buraya emanet bırak, Hint Padişahı kızı uğruna canına kıydıklarının yanında getirdiği hediyelerle hazinesini tıka basa doldurdu, eğer kızı bulursan gelir buradan alırsın. Bulamazsan seni aramaya gelecek olanlara teslim ederim. Hele bu gece burada dinlen. Sabahın hayrıyla yola çık, demiş. Genç padişah razı olmuş. Zaten çok da yorgunmuş ve hediyeleri de gerçekten artık yük etmek istemiyormuş.
  Sabah Şifa Ananın taze pişirdiği ekmeğin mis gibi kokusuna uyanmış. Karnını doyurup helalleştikten sonra yola çıkmış. Akşama doğru sarp bir kayanın tepesinde Hint Padişahının heybetli sarayına ulaşmış. Hint Padişahı genç padişahı şanına yaraşır tarzda karşılamış. İstirahat etmesini sağlamış, ülkesinin eşi bulunmaz meyveleri ve yiyecekleri ile sofralar donatmış. Beslan Han kendine gelince hediyeleri ile Hint Padişahının huzuruna çıkmış. Sarayında bulunan resimden yola çıkarak Hint Padişahının kızına olan aşkını anlatmış ve kızıyla evlenmek üzere bu ülkeye geldiğini ifade etmiş.  Hint Padişahı arkasına yaslanmış, pos bıyıklarını burmaya başlamış.
__ Dost ülkenin cesur ve genç padişahı Beslan Han, ben öyle bir kız evlat yetiştirdim ki güzellikte bir benzeri yok. Öyle zekidir ki birçok dili konuşabilir, hesapta ve edebiyatta çok yeteneklidir. Ayrıca kılıç kullanmak ve ata binmekte rakip tanımaz. Takdir edersin ki böyle eşsiz bir prensesin evleneceği kişinin de üstün yetenekli özel olması gerekir.  Bu maksatla kızımı öyle bir yere sakladım ki ancak gerçekten kızıma layık zeki biri bunu başarabilir. 40 gün içinde bulursan kızım senindir, bulamazsan cüretinden dolayı kellen benimdir, kabul ediyor musun? diye kükremiş.
Genç padişah aşkından deli divaneymiş zaten kellesi umurunda değilmiş, kabul etmiş. Günlerce aç susuz aramış güzel prensesi, karanlık ormanların kuytu köşelerinde, dağlarda, çöllerde, her yere bakmış bulamamış. Yolarda karşılaştığı dev yılanlarla, ejderhalarla, kaplanlarla savaşmak zorunda kalmış. Hint padişahının adamları da onu takip etmekteymiş. Kırkıncı günün sonunda aşkını ararken berduş haline gelmiş Beslan Han’ı yaka paça huzura getirmişler. Hint Padişahı heybetli sesiyle ortalığı inletmiş:
__ Be gafil delikanlı, ben seni uyarmıştım, kızımı bulamazsan kelleni alırım demiştim!
Beslan Han güçlükle cevap vermiş:
__ Sevdiceğime kavuşamayacaksam zaten bu hayat bana zindan, bir an önce bitirin çilemi.
Hint Padişahı çok acımız bu delikanlıya ama söz ağızdan bir kez çıkar, çaresiz buyruk yerine getirilmiş.
    Kötü haber çabuk yayılır derler, Beslan Han’ın akibeti de duyulmuş memleketinde. Guşan Han Padişahlık tacını gözyaşları içinde takmış. Ancak ağabeyini böyle bir felakete sürükleyen esrarengiz oda onun da dikkatini çekmiş, merakına yenik düşmüş. Odaya girdiğinde gördüğü resim onu da adeta büyülemiş ve aşk denilen tutsaklığa o da kapılıvermiş. Tahtını en küçük kardeş Mirza Han’a emanet edip düşmüş Hint ülkesinin yollarına. Ağabeyinin başına gelenler aynı şekilde onun da başına gelmiş ve o güzeller güzeli başı da bu imkansız sevda uğruna bedeninden ayrılmış.
   İki ağabeyini esrarengiz bir macera uğruna yitiren Mirza Han, ağabeylerinin izini sürüp onların hayatına mal olan bu meseleyi öğrenmeye ve galip gelmeye yemin etmiş. Gizli odayı ziyaret edip, Hint Padişahının kızını gördükten sonra bir de sevda eklenmiş tabii. Ama Mirza Han körü körüne bir maceraya atılacak kadar tedbirsiz değilmiş. Önce kılık değiştirmiş ve her yere girip çıkması kolay olsun diye derviş kılığına girip Hint ülkesine ulaşmış. Bir süre halkın arasında dolaşıp ağabeylerinin başına gelenler hakkında detaylı bilgiler edinmiş. Ağabeylerinin saraya gitmeden önce misafir oldukları Şifa Anaya da uğramış.  Ona güvenebileceğini anlayınca kimliğini açıklamış. Şifa Ana ağabeylerinden kalan mücevherleri teslim etmiş. Sabaha kadar düşünmüş taşınmış ve nihayet muazzam bir fikir gelmiş aklına. Ağabeylerinden kalan mücevherleri toparlayıp memleketine dönmüş.
Ülkenin en iyi kuyumcusuna bu mücevherlerle bir geyik yaptırmış. Bu geyiğin içi bir insan sığacak şekilde imal edilmiş. Her tarafında değerli taşlarla işlemeler olan bu geyiğin içine girebilmek için gizli bir kapısı ve gözetleme delikleri varmış. Sonra Hint padişahına bir mektup yazdırıp ona kızına verilmek üzere bu armağanı gönderdiğini, yakında kendisinin de geleceğini bildirmiş ve hediye kervanını hazırlatmış. Geyiğin içine gizlice kendisi girmiş. Bu muhteşem armağan padişahın beğenisini kazanmış, kızının da beğeneceğini düşünerek kızına ulaşacak özel ekibe hediyeyi teslim etmiş. Mirza Han saraydan itibaren gözetleme yerlerinden prensese ulaşana kadar gidilen yerleri izlemiş. Önce kuytu ormanın ortasındaki gölün kıyısına gelinmiş. Oradan yerde açılan gizli bir dehlizden gölün altı boyunca ilerlemişler ve nihayet sarp bir kayalığın dibindeki şatoya ulaşmışlar. Görevliler geyiği prensesin odasına getirmişler. Prenses çok sevinmiş ve kendisine saf altından her yeri mücevherlerle süslü bu güzel hediyeyi gönderen genç padişahı merak etmiş. Akşam olup da el ayak çekildikten sonra Mirza Han saklandığı yerden çıkıp güzeller güzeli prensesin karşısında belirivermiş. Prenses korkup bağırmak istemiş ama Mirza Han da o kadar yakışıklıymış ki Hint padişahının kızının ağzı dili tutulmuş, sesi çıkmamış. Mirza Han kendisini tanıtıp, babasının tertibini bozmak için böyle bir oyun hazırladığını söyleyince prenses rahatlamış. İkisi de birbirini çok sevmiş. Ancak şimdi Mirza Hanın buradan çıkması ve Hint Padişahından kızını istemesi gerekiyormuş. Mirza Han sabah olunca nedimeler prensesin odasına girmeden, altın geyiğin ayağını kırmış içine girmiş. Prensese geyiği tamire göndermesini söylemiş. Prenses dediğini yapmış. Mirza Han yine geyiğin içinde prensesin saklı tutulduğu yerden çıkmış. Zaten hediyeyi getirenler arasında kuyumcusu da varmış, kendilerine öğütlendiği üzere Şifa Ananın evinde gelecek tamirat haberini bekliyorlarmış. Geyiği şifa Ananın evine getirip Mirza Hanı çıkarmışlar. Tamir etmişler. Sonra Mirza Han süslü kaftanlarını giymiş, yanına da yaverlerini ve hediyesini alıp Hint Padişahının sarayına gelmiş.
__Pek haşmetli Hint Padişahı, ben ki Kaf dağlarının ardındaki büyük ülkenin padişahı Mirza Hanım. Daha önce ağabeylerimin yolunda canlarından olduğu güzel prensesinize ben de sevdalandım ve onunla evlenmeye talibim, demiş. Hint Padişahı:
__ Aman evladım, bak ağabeylerin de yiğit delikanlılardı ama benim kızımı almak zordur, sen de onlar gibi canından olup, yurdunu başsız bırakmayasın, diye uyarmış. Mirza Han:
__ Akıl akıldan üstündür, benim için de yurdum için de endişelenmeyin, demiş.
Sonunda yanına geyiği de alıp kendinden emin vaziyette, daha önce geyik içinde ilerlediği yolları kolaylıkla bularak prensesin sarayına ulaşmış. Prensesin yerini eliyle koymuş gibi bulması Padişahın adamlarını hayrete düşürmüş. Mirza Han prensesi atına bindirmiş ve birlikte Hint Padişahının sarayına dönmüşler. Padişah da çok şaşırmış. Nasıl bulabildiğini ısrarla sormuş ama Mirza Han ser vermiş, sır vermemiş. Sonunda Mirza Hanın kızını almaya layık biri olduğuna kanaat getiren Hint Padişahı genç çifte kırk gün kırk gece sürecek dillere destan bir düğün yapmış. Mirza Han düğünden sonra güzel karısını yurduna getirip onunla bir ömür mutlu yaşamış.

Gökten üç elma düşmüş, biri bu güzel çifte, biri söyleyene, biri dinleyene…

8 Haziran 2014 Pazar

Çocukluğumun Ramazanları


Altı kardeşin en küçüğü olarak, babamın omzuna çıkıp kelini öpme şımarıklığını göstermeye cesaret edebilecek yegane evlat bendim. Zavallı ağabey ve ablalarım, babaannemin hayatta olduğu dönemlerde dünyaya geldiklerinden, onun ve adetlerimizin katı kuralları gereği, değil babacığımın kelini öpmek, öyle uluorta sırnaşma hürriyetleri hiç olmamış. Adetlerimize göre anne-babalar büyüklerinin yanında çocuklarına sevgi gösteremezlerdi, ayıptan öte “haynape” idi. Babaannem bu katı Çerkes kurallarına dini emirlerden öte değer verir ve uygular, babam da sesini çıkaramazmış. Zaten iki göz oda evimizde ondan kaçarak çocuk sevilebilecek bir mekan bulunmuyormuş. Babaannem ben doğmadan kısa süre önce terk-i diyar edip ahirete göçtükten sonra, babam çocuk sevme konusunda serbest kalabilmiş. O şanslı çocuk bendim ve babamın uzun yıllar süren çocuk sevebilme hasretine rağmen, tepesine çıkıp kelini öpmek dışında şımardığımı hatırlamıyorum. Zaten ağabey ve ablalarım babam bana ilgi gösterdiğinde sitemlerini inceden inceye serpmeye başlarlardı. Zavallı babam eminim ki hepimizi, hepimizden de çok annemi çok sevdi ama hiçbir zaman kelimelere dökemedi.
Çocukluğumun hatıralarımda kalan ilk Ramazan günleri babamla doludur. Zaten adı da Ramazan olduğundandır belki ama çocukluğumun yalnız Ramazanları değil her anında rahmetli babamın hatıraları var.
Daracık evimizde sahur yemeği hazırlamak başlı başına meseleydi. Babamın sahurda hamurişi tüketmek gibi bir alışkanlığı vardı. Bir taraftan çok zahmetli bu yiyecekler annem tarafından hazırlanırken, uyku mahmurluğundan gözlerini zor açan ablalarım yatakları toplamakla meşguldüler. Ev o denli küçüktü ve biz o kadar kalabalıktık ki sofra kurabilmek için evvela yataklar toplanır, sahur sonrası birkaç saatlik uyku için yeniden serilirdi. O karışıklık içinde muzip ağabeyim beni de uyandırırdı. Annem bulabildiği en yakın terliği ağabeyime nişan alıp bir azar eşliğinde savuruverirdi o vakit. 4 yaşlarındaydım ve benim kalkmam demek anneme bir ton ilave iş demekti. Çok sık hasta olurdum bunu engellemek için uykudan uyanınca sırtıma havlu konulur, ayrıyeten hırka giydirilir, elim-yüzüm yıkanırdı. Yani o kadar işin arasında, o dar zamanda bir de benimle uğraşmak istemezdi haklı olarak. Böyle durumlarda sükuneti babam sağlardı:“Kızma hanım, o da alışsın, Sahurun ne olduğunu öğrensin” diye sakinleştirirdi anacığımı.
Sabah olduğunda sanki oruç tutacakmış gibi kahvaltıya yüz vermezdim. Öğlene doğru ise birisi çıksa da şu orucumu satın alsa, ben de karnımı doyursam diye yavaş yavaş ablalarıma yanaşırdım.  Hani çocuklar tüm gün oruç tutamayacak kadar küçük olduklarında, onları yemek yemeye ikna etmek için büyükler derler ya” orucunun sevabını bana sat, ben senin yerine tutayım, sen karnını doyur”.  Karşılığında abur cubur kabilinden gönül alıcı hediyeler verilirdi. Bu öğlene kadar ancak sürebilen çocuk orucuna da “tekne orucu” denirdi. Orucum iftara kadar devam edememiş olsa da babacığımın her akşam bir “iftariyelik” hediyesi olurdu. Bütün gün babamın o gün ne getireceğinin hayalini kurarak geçirirdim. O zamanlar çikolata şekerleme gibi şeylere ulaşmak kolay değildi. Hele de bizim gibi kalabalık bir aile için. Ama babam mutlaka akşam cebinde benim için bir iftarlık eşliğinde gelirdi eve. Sanki orucu bütün gün tutabilmiş gibi sofrada top atılmasını bekler, “orucumu “ bu iftariyelik ile açardım. Yokluk içinde ama kanaatkar bir sofra, saadetli günlerim…
Akşam namazını kıldıktan sonra babacığım bana namaz kılma konusunda talim yaptırırdı. Kıyamda, rükuda, secdede söyleyeceklerimi yanımda fısıldayarak söyler, ben tekrar ederdim. Dilim dönmediği için yanlış eksik söylediklerimi bizimkiler kahkahalarla tekrar ederken, babam onları susturur, ciddiyetle işine devam ederdi.
 Ramazan demek bereket demekti, paylaşmak demekti, birlik beraberlik demekti. Teravihe komşularımızla birlikte gider, camiyi hınca hınç doldururduk. Bayram yerine dönerdi. Erkekler, beyaz başörtülü kadınlar, çığlık çığlığa çocuklar. Topluca kınlan teravih sonrası kadınlar ve çocuklar bazen bir komşuda toplanıp eğlenceye devam ederdik. Bu bizim için gerçek bir eğlenceydi çünkü maksat “teltel çekmek” idi. Teltel, pişmaniyeye benzer ama lifleri biraz daha kalın bir tatlı idi. Kadınlar yuvarlak bir sofra etrafında toplanır, bir taraftan sohbet eder, bir taraftan unu şekere yedire yedire sündürür, katlar, çekiştirir bir daha sündürür, bu işlem ahenk içinde devam ederdi.  Bu merasimi seyretmek ayrı birzevk, bitip de yeme faslına geçmek ayrı bir zevkti. O zaman evler eşya ile hıncahınç dolu olmayıp, insanlar da eşyanın kölesi olmadıklarından, tek katlı bahçeli evlerde koşma, zıplama, kırma, dökme gibi uyarılar olmaksızın, gönlümüzce evde, bahçede sokakta oynayabiliyorduk. Ve bu teltel merasimleri en neşeli, gürültülü ve yapış yapış anlarımızdı.
Biraz daha büyüdüğümde mahalledeki arkadaşlarımla iftar zamanı Melikgazi tepesine gidişlerimizi hatırlıyorum. Bu tepe o zamanki boyutlarıma göre dağ gibi geliyordu tabii. Bazı günler ağabeyim arkadaşlarıyla bu tepeye kendi yaptıkları rengarenk uçurtmaları uçurmaya gelirlerdi. Ben de peşlerinden tabii. Ağabeyim arada benim de ipi tutmama izin verdiğinde, kendimi uçurtmanın kuyruğuna tutunmuş uçuyor zannederdim. İşte bu tepede soba borusundan bozma bir düzenekle iftar topu atılırdı. Kalede de atılıyordu ama orada gerçek savaş topu kullanılıyordu. Bu top atma töreni mahallenin tüm çocuklarının ilgisini çekiyordu. Topu hazırlayanın sanki bir ayin hazırlıyormuşçasına  ciddi ve ketum tavırları bizi büsbütün büyülüyor, çık çıkarmadan, yarım daire şeklinde dizilip hayran hayran seyrediyorduk. Düzeneği hazırladıktan sonra elindeki uyduruk meşalesini yakıp Hocanın ezanını beklerken sanki savaşta hücum emrini bekleyen piyadeler gibiydik. Hoca “Allahu Ekber” der demez fitil ateşlenir, büyük bir gümbürtüyle borunun içindekiler toz duman eşliğinde savrulurken, bizler son sürat evlerimize koşmaya başlardık. Bir yandan koşar bir yandan bağırırdık:“Top patladı, top patladı!” Sanki evdekiler duymamış gibi, ben  ter içinde yetişip, nefes nefese bir kez daha “top patladı” tekmilini verene kadar oruç açmazlardı. Bu tekmil bir de babamdan “aferin” kazandırırdı. Öyle ya ben olmasam nereden bilip açacaklar oruçlarını. Görevini yapmış bir asker edasıyla otururdum iftar sofrasına.
Şimdilerde Ramazan isabet etmeyen evler, mahalleler ve yürekler var. Kendi çocuklarıma bile o çok özlediğim Ramazan hatıralarını yaşatabildiğimi sanmıyorum. Benim yaşıma geldiklerinde benim kadar renkli Ramazan hatıraları olmayacağının farkında olmak şimdiden içimi sızlatıyor.

Siz hiç küçük bir çocuğun tekne orucunu satın aldınız mı?