HAKKIMDA

Merhaba, Bizim çocukluğumuzda, yani televizyon ve bilgisayarın olmadığı yıllarda, akşam yemekten sonra sofra toplanır, babalar gazeteye göz atarken devasa büyüklükteki ahşap radyolardan ajans dinlerdi. Büyük ablalar fotoroman, ağabeyler Teksas ile zaman geçirirdi. Anneler bir yandan kızlarının çeyizlerine dantel örerken, bir yandan da dizlerine yatmış ufaklığa masal anlatırdı hafiften. O ufaklıklar masal eşliğinde hayallere dalar, çölleri, denizleri geçer, Kaf Dağına ulaşır, oradan uykunun kollarına kanat açardı. Aslında gözleri ellerindeki kitaplarda olsa da, o abla ve ağabeylerin de kulakları kim bilir kaçıncı kez kendilerinin de bir zamanlar severek dinlediği anne masallarında olurdu. Burada çocukluğumun tatlı hatıraları arasında, hayal dünyamı genişleten o anne masallarıyla birlikte, benim kendi çocuklarıma anlattığım kendi masallarımı ve diğer bilinen çocuk masallarını paylaşmak istedim. Sizler de dizinize yatan kardeşinize, çocuğunuza ve hatta kendinize anlatasınız, masal dünyasının uçsuz bucaksız macerasına katılasınız diye

14 Mayıs 2013 Salı

Serpil'den Masallar 4: ZÜMRÜT


                                     
                                                       ZÜMRÜT

                 Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken eski hamam içinde, masallar diyarında bir karı-koca yaşarmış. İkisi de orta yaşlı, huyu suyu düzgün, temiz yürekli imişler. Birbirlerini çok sever ve sayarlarmış. Bu yüzden çok mutlularmış. Bahçe içinde şipşirin bir evleri, geçimlerine yetecek kadar toprakları ve hayvanları varmış. Zaten aza kanaat eder, çok bulunca olmayanlarla paylaşırlarmış.
                 Bu mutlu yuvanın tek bir eksiği varmış; çocuk sesi. Her ikisi de çocukları çok sever, çocuk hasretiyle yanar tutuşurmuş ama ne var ki çocuk sahibi olmak nasip olmamış. Evde meşgul olacak, birlikte ağlayıp gülecek, cıvıl cıvıl oradan oraya koşuşturacak çocuklar olmayınca, iş güç bittiğinde zaman geçmek bilmezmiş. O vakit karı- koca atlarına biner, uzak yakın demez gezmeye çıkarlarmış.
                  Yine böyle bir gün sıkılıp vakit geçirmek için atlamışlar atlarına, konuşa gülüşe yola çıkmışlar. Bir taraftan dağların mis gibi çam kokusunu içlerine çekiyor, diğer taraftan çevrelerinde koşturup duran ceylanların, sincapların, tavşanların halleriyle neşeleniyorlarmış. Fark etmeden ormanın derinliklerine ilerlediklerinde, bir inilti sesiyle irkilmişler.  Atlarından inip sesin geldiği tarafa sessizce ilerlemişler. Bir de ne görsünler! Bir çalının dibine bırakılmış sepetin içinde bir kundak! Merakla kundağı kucaklayıp Örtüsünü açmışlar ki mini mini sevimli bir bebecik.. İkisi de hayretten donakalmış, çünkü bu bebek yeşil renkteymiş. Neye uğradıklarını şaşırmışlar. Bebeği kaptıkları gibi atlarına atlayıp kasabanın doktoruna koşmuşlar. Olanları anlatıp bebeği göstermişler. Ancak hasta zannettikleri bu yeşil bebek tamamen sağlıklıymış. Şaşkınlıklarının yerini bir süre sonra sevinç almış. Rengi ne olursa olsun onların da bir çocuğu varmış artık. Bu terk edilmiş sahipsiz bebeği pek ala kendi çocukları gibi büyütebilirlermiş. Bebeği kundağına sarıp neşeyle eve doğru yola koyulmuşlar.
                      Eve varır varmaz annecik bebeğin üstünü başını değiştirirken, babacık da hemen ağıla koşup süt sağmış. Kanını doyurunca bebek gülücükler dağıtmaya başlamış. Eh, bir isim bulmak lazımmış artık. Bu konuda çok zorlanmamışlar, yeşil renkli bu minik kıza “Zümrüt” adını koymuşlar. Zavallı karı-koca, yuvaları Zümrüt’le tamam olduğu için şimdi daha mutluymuşlar. Bütün geceyi heyecan ve sevinçten uyuyamayıp bebeği seyrederek geçirmişler.
                      Artık hayatları daha bir dolu, daha bir mutluymuş. Her geçen gün büyüyüp serpilen Zümrüt’ün ne arayanı varmış, ne soranı. Böyle olması bu yeni anne babanın işine geliyormuş çünkü birisinin gelip onu ellerinden alıvermesi korkusu daima zihinlerinin bir köşesini meşgul ediyormuş. Zümrüt’le ağlayıp Zümrüt’le gülen, hastalandığında başucundan ayrılmayan bu gönlü zengin çift, ona gerçek anne-baba sevgisi veriyorlarmış.
                      Günler haftaları, aylar yılları kovalamış ve Zümrüt büyüyüp okul çağına gelmiş. O zamana kadar hiç arkadaşı olmayan Zümrüt, ilk defa başka çocuklarla karşılaşacakmış. Anne ve babası o zamana dek onu kaybetmek korkusuyla hiç çiftlik dışına çıkarmadıklarından, nelerle karşılaşacaklarını bilmiyor ve en az Zümrüt kadar onlar da heyecan duyuyormuş. Gerçekten okulun ilk günü diğer çocuklar ve kasabalılar bu yeşil renkteki kızı merakla incelemeye başlamışlar. Kimisi bu hastalıklıdır diye okula girmesine karşı çıkmış, kimisi “bu kız büyücü” diye iftira etmiş. İnsanlar kendilerinden farklı görünen bu çocuğu aralarına almak istememişler. Tesadüfen oradan geçmekte olan kasaba doktoru, yıllar önce muayene ettiği bu çocuğu hatırlamış. Meselenin ne olduğunu anladıktan sonra oradakilerin önyargılarını gidermek için bir şeyler söylemek istediyse de kimseye dinletememiş. Çaresiz anne baba, kızlarını yanlarına alarak evlerine dönmüşler. Kızlarına bu durumu nasıl izah edeceklerini bilememişler. Kimsenin ağzını bıçak açmıyormuş.
                         Akşama doğru kapıları çalınmış. Gelen Öğretmen Hanımmış. Onlara mücadeleden vazgeçmemelerini, okula gitmenin Zümrüt’ün en doğal hakkı olduğunu anlattıysa da anne babası onun dışlanmasına ve daha fazla üzülmesine dayanamayacaklarını söylemişler. İyi kalpli öğretmen:
  --O zaman izin verirseniz her akşam okuldan sonra uğrayıp evde ders vereyim Zümrüt’e, demiş. Anne babası bunun için kendisine ödeme yapacak güçleri olmadığını söyleyince öğretmen:
  --Zaten ben sizden bunun için ücret talep etmiyorum ki. Bu çocuğun sırf renginden dolayı eğitim alamaması kabul edilir bir şey değil. Benim görevim bütün çocukları kucaklamak, demiş. Zümrüt’ün anne babası buna çok sevinmişler. Yeniden yüzleri gülmeye başlamış.
                            Hemen ertesi gün Zümrüt Öğretmen Hanımla derslere başlamış. Hem çok sevimli, hem de çok zeki olan bu kız kısa zamanda öğretmeninin sevgisini ve takdirini kazanmış. Dersler ilerledikçe öğretmen Zümrüt’teki yetenekleri keşfediyor ve zekasına hayran kalıyormuş. Ancak her geçen gün bu toplumdan farklı olduğu, buraya ait olmadığı düşüncesi zihnini daha fazla meşgul ettiğinden Zümrüt artık daha bir durgun, daha bir düşünceliymiş. Bu hali annesinin gözünden kaçmamış.
                          Bir gece annesi Zümrüt’ün hıçkırık sesiyle uykudan sıçramış. Odasına koştuğunda güzel kızını gözyaşları içinde ağlarken bulmuş. Sıcacık sevgisiyle sarılmış kızına:
 -- Neyin var benim ay parçam, nedir seni bu kadar üzen? diye  sormuş saçlarını nazikçe okşayarak.
 -- Anneciğim, neden ben herkesten farklıyım, ben sizin çocuğunuz isem neden benim tenimin rengi sizinkine benzemiyor? Ne olursun, benden sakladığınız bir şey varsa söyleyin. Bu şüphe beni bitiriyor, diye ağlamış Zümrüt’çük.
                         Anacığı onun bu haline dayanamamış ve onu nasıl bulduklarını bir bir anlatmış gözyaşları içinde. Zümrüt daha sıkı sarılmış annesine:
   -- Bunca zaman öz evladınız olmadığım halde bunu bana hissettirmeyip, kendi çocuğunuz gibi davrandığınız için şimdi sizi daha çok seviyorum anneciğim. Ama ne olur nereden geldim, bana benzeyen insanlar var mı birlikte arayalım olur mu? Annesi o zaman sandığı açmış ve kat kat kumaşlara sardığı bir kutu çıkarmış. Kutunun içinde üzerinde bilmedikleri bir dilde yazılar olan değerli taşlarla süslü bir madalyon varmış.
  -- Seni bulduğumuzda bu madalyon boynundaydı. Belki gerçek anne babanı bulmamıza yardımcı olur, demiş.
                        Zavallı annecik kızını kaybetme kokusuyla olanı biteni eşine anlatmış. Gerçek anne babasını bulmanın Zümrüt’ün en doğal hakkı olduğuna ve bu konuda ona sonuna kadar destek olmaya karar vermişler. Sabaha kadar uyuyamayan annesi yol hazırlıklarıyla vakit geçirmiş. Uyandığında Zümrüt anne ve babasını yola çıkmaya hazır bulmuş.
                       Önce Zümrüt’ü buldukları yere gitmeyi düşünmüşler bir ipucu bulabilmek için. Atlarına binip ormana doğru yol almaya başlamışlar. Hepsinin içinde garip bir heyecan varmış. Çok geçmeden aradıkları yeri bulmuşlar. Ancak çevrede kimsecikler yokmuş. Ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye devam ettiklerinde ağaçların arasında eski bir kulübe fark etmişler. Çevresi oldukça bakımsız olan kulübenin hafif aralık olan kapısından içeri girdiklerinde gözlerine inanamamışlar. Bütün duvarları tavana kadar kitapla dolu imiş ve ocağın başında kitap okumakta olan yaşlı adam onları fark etmemiş. Bir iki öksürüp orada olduklarını belli ettiklerinde yaşlı adam okuduğu kitaptan başını kaldırmış ve gelenlerin kim olduğunu anlamaya çalışmış. Karşılıklı şaşkınlıkları geçtiğinde ev sahibi  bu Tanrı misafirlerini buyur edip yer göstermiş. Zümrüt’ün babası yaşlı adama başlarından geçenleri anlatmış ve Zümrüt’ün gerçek anne babasını bulmak için bu bilge görünüşlü adamdan yol göstermesini istemiş. İhtiyar sakalını sıvazlayarak:
  --Peki bir ipucunuz var mı? Demiş. O zaman yanlarında getirdikleri madalyonu göstermişler. Yaşlı bilge madalyonu evirmiş, çevirmiş, üzerindeki yazıları çözmeye çalışmış. Sonra kendinden emin bir eda ile:
  -- Okuduğum kitaplara göre bu yazı, ormanın en kuytu yerinde yaşadığı söylenen ağaç perilerine ait gibi görünüyor. Oralara şimdiye dek gidebilen olmadı. Çünkü çok tehlikeli olan Dipsiz Mağarayı geçmek gerekiyor. Birbirinizi gerçekten seviyorsanız ve azimliyseniz bunu başarabilirsiniz. Yanınıza şu sihirli yumağı alın. O size yardımcı olacaktır, demiş.
                        Teşekkür edip vakit geçirmeden yola koyulmuşlar. Bir süre ilerledikten sonra mağaranın girişini bulmuşlar. Gerçekten çok ürpertici görünen mağaraya girmeden önce yollarını aydınlatmak için epeyce çıra toplamışlar. Daha sonra sihirli yumağın bir ucunu dışarıda bir ağaca bağlayıp el ele içeri girmişler. Ellerindeki çıraları ateşleyip ilerlemeye başlamışlar. Mağara bir daralıyor, bir genişliyor, bir türlü sonu gelmiyormuş. Ama hiç bitmeyen sihirli yumak sayesinde yollarını bulup kaybolmadan ilerliyorlarmış. O kadar çok yürümüşler ki artık ellerindeki çıralar bitmiş. Karanlıkta kaldıklarında birbirlerine daha bir sokulmuşlar. Ümitlerini kaybetmeden itinalı adımlarla yürümeye devam etmişler. Sonunda yorgunluktan çökmek üzere iken ilerde bir ışık fark etmişler. Son bir gayretle ışığa doğru yönelmişler.
                          Mağaranın öbür ucu bir tepenin yamacından üzeri sisle kaplı uçsuz bucaksız bir ormana açılıyormuş. Bu manzarayı gördüklerinde bütün yorgunluklarını unutuvermişler. Hemen ormanda ilerlemeye başlamışlar. Bir süre sonra aynı Zümrüt gibi yeşil derili kişilerle karşılaşmışlar. Onlara dost olduklarını ve reisleriyle görüşmek istediklerini anlatmaya çalışmışlar. Yeşil adamlar onları en yaşlılarının yanına götürmüşler. Bu da daha önce karşılaştıkları gibi bilge biriymiş ve her dili bilirmiş. Ona da başlarından geçenleri anlatıp madalyonu gösterdiklerinde yaşlı adam gözyaşları içinde ağlayarak Zümrüt’ü kucaklamış. Meğer Zümrüt Ağaç Perilerinin daha bebekken çalınan sevgili prensesleri değilmiymiş? Hemen padişah babasına ve biricik kızı kötü yürekli Kuzey Perisi tarafından kaçırıldığından beri hasta olan annesine haber verilmiş. Zavallı Padişah madalyonu tanımış. Annesi de kendisine tıpa tıp benzeyen güzel prensesini görür görmez iyileşmiş. Bu arada ona bu kadar iyi baktıkları için bu iyi yürekli insan oğullarına teşekkür etmişler. Hep birlikte kendi ülkelerinde yaşayıp, Zümrüt’ü birlikte yetiştirmeyi teklif etmişler. Onlar da kendi çocukları gibi sevdikleri Zümrüt’ten ayrılmamak için bu teklifi seve seve kabul etmişler. Bundan sonra Zümrüt kendi gibi olanlarla birlikte dışlanmadan yaşamanın tadını çıkarmış ve hayatı boyunca kimseyi farklılıklarından dolayı hor görmemiş.
                          Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…