Köyümüz yemyeşil bir
kuytu ormanın kıyısında, şırıl şırıl akan bir derenin iki yakasında yerleşmiş
–bana göre cennetten kopup gelmiş şipşirin bir yerdi. Çam kokulu havasını bir soluyan
bir daha buradan ayrılmak istemezdi. Köy halkı çalışkan, mert ve sevgi doluydu.
Birbirlerini öyle sever, öyle güvenirlerdi ki hiçbir evin kapısında kilit
bulunmazdı.
Bu huzur dolu köyün
muhtarı babamdı. İri yarı, heybetliydi. Kırkını aşmış, şakaklarındaki sarı
saçları kırlaşmış, yüzündeki çizgiler derinleşmiş olmasına rağmen hala çok
yakışıklıydı. Daima gülen mavi gözleri insana güven ve sıcaklık verirdi.
Yediden yetmişe köy halkı babamı çok severdi. Babamın da en sevdiği şey
birilerine yardım etmek, zorda kalanın sıkıntısını gidermekti. Bize sürekli
iyilik yapmanın, başkalarına ikramda bulunmanın faziletlerini anlatır, paylaşma
duygumuzu geliştirmeye çalışırdı.
Yazları en sevdiğim
şey anneannemle birlikte bostan beklemekti.Bostanı insanlardan değil ormana çok
yakın olduğumuzdan, yaban domuzlarından korumaya çalışırdık. Bu arda sulama
işini de yapardık. Sabah serinliğinde evden çıkar, akşam olmadan dönerdik.
Akşamları bostanı ağabeyim beklerdi. Benim için bostan beklemek bahane… Bütün
gün gah kelebek kovalar, gah çamurda toprakta debelenir, gah çiçek toplar;
yorulunca da başımı anneannemin dizlerine koyar, anlattıklarını dinlerken
uyuyakalırdım. Zavallı anneannem, genç yaşta terk etmek zorunda kaldığı yurdunu,
çileli göç yollarını ve muhacirliğin zorluklarını anlatır , anlatırken de
gözleri bulutlanırdı. Asıl vatanı olan Kafkasya’nın geçit vermez karlı
dağlarını, nehirlerini, mis kokulu havasını, kırlarını öyle tasvir ederdi ki,
sanki oraları daha önce görmüşüm gibi gözümde canlandırabilirdim.
Bostanımız kasaba
yolunun kenarındaydı ve oldukça büyüktü.
Kenarında tek sıra ceviz ve armut ağaçları vardı. Bunları babam kendi elleriyle
dikmişti. Bostanın toprağı verimliydi, ürünü de bol ve lezzetliydi. Babamın
bostan bekçiliği konusunda çok hassas olduğu bir nokta vardı:
_ Yoldan geçenler eli boş gönderilmesin! Göz
hakkıdır.
Gelene geçene kavun
karpuz ikram etme işli bana aitti. Anneannem, babamın isteği doğrultusunda en
iyilerini seçer, ben de babamın selamlarını ekleyip ikram ederdim. Bazen
karşılığında özellikle yaşlılardan bana şeker vermek isteyenler olurdu. Önce
nazlanır ısrar etmelerini beklerdim. Hemen almak kabalık olur, babamın kızına
yakışmazdı çünkü. Sonra teşekkür ederek alır ve sevinçle en büyük ceviz
ağacının gölgeliğinde bekleyen anneannemin yanına koşardım.
O gün anneannemle
öğle yemeğimizi henüz yemiştik. Yaşlı kadın yemeğin ve sıcağın verdiği rehavetle
oturduğu yerde uyuklamaya başlamıştı. Ben de bir karınca yuvasını incelemeye
dalmıştım. Yanımda aniden yaşlı bir adam belirdi. Yaşlı olasına rağmen dinç ve
heybetli bir görünümü vardı. Gözleri dudaklarıyla birlikte tebessüm ediyor,
bembeyaz sakalları güneşte parlıyordu. Sanki evvelden beri tanıyormuşçasına
samimi bir havası vardı. Selam verip bostanın kime ait olduğunu sordu. Köyümüzü
ve babamı tarif edip gölgeliğe buyur ettim. İhtiyar kalamayacağını söyleyince “
o zaman size karpuz vereyim.” Diye bostana daldım. Her zaman karpuzları
anneannem seçerdi. Ama onu uyandırmaya
kıyamadım ve öğrendiğim kadarıyla en iyi ve en kocaman bir tanesini kapıp, yine
babamın selamlarıyla yabancıya ikram ettim. Her gelene karpuz vermemizin
babamın ricası olduğunu söyledim. Yaşlı adam gülümsüyordu. O anda yüzü o kadar aydınlıktı ki bir müddet bakakaldım. Bir de
kavun ikram etmek geldi içimden. Ben en olgununu seçene kadar ihtiyar ortadan
kayboluverdi. Ona ikram ettiğim karpuz da olduğu yerde duruyordu. Herhalde iyi
bir karpuz veremediğim için gücenip de gittiğini düşünerek ağlamaya başladım.
Babamın sözünü tutamamış, bir yabancıyı eli boş göndermiştim işte. Hıçkırıklarıma
uyanan anneanneciğime sarılarak olan biteni anlattım. Teselli olmam imkansızdı.
Yaşlı adamın almayıp bıraktığı karpuzu da yanımıza alarak eve daha erken
döndük.
Anneannem başımdan
geçenleri ve ne kadar üzüldüğümü anlatırken babam gülümsüyordu:
_ Demek ki karpuz bize kısmetmiş. Kesin de
beğenilmeyen karpuzu biz yiyelim bari, diye anneme seslendi.
Karpuzu besmeleyle
ikiye ayıran annem, çığlık atarak bıçağı yere düşürdü. Babam elini kesti
zannederek telaşla anneme koştu. Şimdi ikisi birlikte şaşkınlıkla bir karpuza bir bana bakıyordu.
Babamın gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Yarım karpuzu alıp yanıma
geldi. Başımı okşayarak:
_ Benim güzel kızım Hızır Aleyhisselamı
görmüş, onunla konuşmuş. Ne mutlu bana…
Karpuzun iri kahverengi
çekirdeklerinin hepsinin üzerinde siyah renkle Arapça “Allah” yazısı
vardı.Henüz yeni Kur’an-ı Kerim öğrendiğim halde rahatlıkla okuyabiliyordum Ama
hala ne olduğunu anlayamamıştım. Anneannem beni yanına oturtup bu mübarek zatın
hikayesini anlattığında, babamın neden bu kadar heyecanlandığını biraz olsun
anlayabildim.
Babam o yıl tarladaki
mahsulü bütün köye dağıttı. Buna rağmen bize her zamankinden daha fazla karpuz
kalmıştı. Babam bereket uğramış karpuzları para karşılığı satmanın doğru
olmayacağını düşünmüştü. Tarladaki bütün karpuzların içinden aynı şekilde
“Allah” yazılı çekirdekler çıkıyordu.