Bir varmış bir yokmuş, evvel
zaman içinde Basra denilen koca şehirde Veys adında bir balıkçı yaşarmış. Kendi
halinde kimseye zararı olmayan, kendi yağında kavrulan dürüst ve efendiden bir
adammış. Gözü kimsenin aşında ekmeğinde değilmiş, çalışıp çabalayıp helalinden
kazanma derdindeymiş. Veys’in kendi gibi
kanaatkar bir karısı, bir de ufak oğlu varmış. Sabah gün doğmadan sevgili
karısıyla helalleşir, oğlunu öpüp koklar ve teknesine atladığı gibi rüzgarda
süzülüp gözden kaybolurmuş. Akşam kısmetinde ne varsa tutup getirdiği balıkları
çarşıda satar, evinin ihtiyaçlarını görürmüş. Minik oğlu Halil babasının
dönüşünü dört gözle beklermiş. Zavallı karısı da bütün gün evinin işini yapıp
bir yandan da Veys denizden sağ salim dönsün diye dualar edermiş. Akşam bir araya
gelince sevinçle kucaklaşırlar ve Allah ne verdiyse yiyip şükrederlermiş.
Son zamanlarda Veys eskisi
kadar balık tutamaz olmuş. Sadece kendisi değil, diğer balıkçılar da denizden
eli boş dönmeye başlamışlar. Hepsini bir sıkıntıdır almış. Çoluk çocuğun
rızkını nasıl temin edeceğiz derdine düşmüşler. Bazıları eş dost yardımıyla
başka işlerde çalışmaya başlamış. Ancak Veys’in biricik karısı ve çocuğundan
başka kimsesi yokmuş. Zaten balıkçılıktan başka meslek de bilmezmiş. Bir gün limandaki kahvehanelerden birine yolu
düşmüş. Oradaki denizcilerin konuşmalarına kulak misafiri olmuş. Bu
denizciler çok uzaklardaki Hint adaları
hakkında konuşuyorlarmış. Bu adalarda denizin ne kadar bereketli olduğundan,
her türden balık ve dünyada eşi görülmeyecek inci ve mercanlardan bahsediyorlarmış.
Bu inciler öyle iri öyle benzersizmişler ki dünyadaki tüm prenses ve kraliçeler
bu incilere sahip olmak isterlermiş. Hele de pek az bulunan siyah inci de Hint
denizinde bulunurmuş. Birkaç hafta sonra
kalkacak olan bir geminin Hint adalarına gideceğini öğrenen Veys çoluk
çocuğunun rızkını gurbette aramayı kafasına koymuş. “Bir sene oralarda çalışıp
inci çıkarsam ailemi birkaç sene geçindirecek para biriktirebilirim. O zamana
kadar denizdeki kıtlık da azalır” diye düşünmüş.
Akşam evine gelince meseleyi
hanımına anlatmış içi burkularak. Zavallı karısının gözyaşları da Veys’in
hayalini kurduğu inci taneleri gibi dökülmeye başlamış. Kadıncağız:
_Ey benim efendiciğim, ben
senden allı güllü fistanlar mı istedim, dolu dolu sofralar mı? Bilmez misin ben
aza kanaat ederim. Gerekirse ekmeğimizi katıksız yiyelim, her gün oruca niyet
edelim. Gel vazgeç bu sevdadan. Beni de oğlunu da hasretinle perişan etme. Bizi
buralarda bir başımıza bırakma. Dediyse de vazgeçirememiş Veys’i kararından.
_Zaten şimdiye kadar size
gün gördüremedim. Bir sene nedir ki, göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Allah’ın
izni ile döndükten sonra da seni bir eli yağda bir eli balda yaşatırım diyor,
karısını ikna etmeye çalışıyormuş.
En sonunda kadıncağız
boynunu bükmüş, kaderine razı olmuş. Veys birkaç gün içinde teknesini ve av
malzemelerini satıp karısına ve çocuğuna kendisi yokken yetecek kadar erzak
almış ve bir miktar da para bırakmış. Bütün bunlar yaşanırken karısı hiç sesini
çıkarmamış ama gözünün yaşı da eksik olmamış. Nihayet yolculuk zamanı gelmiş.
Ailesiyle limanda vedalaşan Veys yanına aldığı birkaç parça eşyası ile birlikte
gemiye binmiş. Gemi yelkenlerini şişirip suda süzülmeye başladığında Veysin
karısı da buğulu gözlerle yavrusunu bağrına basmış. Gemi gözden kaybolana kadar
öylece ufka bakakalmış.
Kadıncağız her gün kocasının
sağ salim gelmesi için dua ediyor, limana gemi yanaştığına dair bir haber alır
almaz, koşup gelenlerin içinde kocası var mı diye saatlerce limanda bekliyormuş.
Bir taraftan da üzüntüsünü oğlu Halile hissettirmemeye çalışıyormuş ama Halil
zeki bir çocukmuş. Annesinin ne kadar üzgün olduğunun, günden güne mum gibi eriyip
gittiğinin farkındaymış. Sonunda üzüntüden yatağa düşen kadıncağız birkaç ay
içinde hayata gözlerini yummuş. Zavallı Halil babasından ayrıldığı yetmiyormuş
gibi, şimdi de annesiz, kimsesiz kalmış. Birkaç gün komşular Halil’i avutmaya
çalışmış. Ancak Halil yapayalnız kaldığı bu şehirde daha fazla durmak
istemiyormuş. Annesinden babasının Hint adalarına gittiğini duymuş olan Halil ne
kadar uzak olursa olsun o da gidecek ve babasını bulmadan geri dönmeyecekmiş.
Limanda dolaşıp bekleyen
gemilerin ne tarafa gideceklerini araştırmaya başlamış. Nihayet Hint adalarına
gidecek olan gemi limana yanaşmış. Limanda bir koşturmadır gidiyormuş. Gemiye
erzak temin etmeye çalışan mürettebatın sesleri, gemiye mallarını yükleyen tüccarların
telaşına karışıyormuş. Bu kargaşa arasında kimseye fark ettirmeden gemiye binip
ambara saklanmış. Yanına pek fazla bir şey almamışmış ama ambarda yiyecek bulmak
çok da zor değilmiş. Birkaç gün içinde gemi limandan ayrılmış.
Halil gündüzü uyuyarak
geçiriyor, gece el ayak çekilince kimseye görünmeden güverteye çıkıp biraz hava
alıyormuş. Bu şekilde birkaç hafta
geçirmiş. Ancak bir gün tayfalardan biri Halil’i fark etmiş ve yakalayıp
kaptana getirmiş. Kaptan çok sinirlenmiş. Bedavacı yolculardan hiç
hoşlanmıyormuş. Bu yolcu küçük bir çocuk olsa bile.
_Sana şimdiye kadar kaçak
yolculara ne yapıyorsak onu yapacağım. Atın şunu denize!
Halil’in gözleri korkuyla fal
taşı gibi açılmış. Bu adamın hiç şakası yokmuş. Koskoca denizde hayatta kalma
şansı olmazmış. Yalvarmaları kaptanı yumuşatmaya yetmiyormuş. Nihayet geminin
ihtiyar aşçısı kaptana seslenmiş.
_Hey kaptan, bana söz
verdiğin yardımcıyı almadın. Bari bunu denize atma da ben ayak işlerinde
kullanayım. Her şeye yetişemiyorum. Biraz işimi hafifletmiş olursun.
Kaptan biraz duraksamış.
Aslında küçük bir çocuğu denize atmak ona da hoş gelmiyormuş. Ama mürettebatı
arasında saygınlığını korumak için böyle acımasız işler yapmak zorunda olduğunu
zannediyormuş. Aşçının teklifi hoşuna gitmiş. Böylece Halil’in hayatı
kurtulmuş. Halil hayatını kurtaran aşçının ellerine sarılmış. Teşekkür etmiş.
Aşçı herkesin içinde yüz vermemiş Halil’e.
_Sevinmek için acele etme.
Belki de kurtulduğuna pişman olacaksın. Çünkü gece gündüz çalıştıracağım seni,
demiş.
Halil’i alıp mutfağa
götürmüş. Yalnız kalınca başından geçenleri anlattırmış. Çok acımış bu temiz
yürekli çocuğa.
_Sakın ayak altında dolaşma
ve üzerine vazife olmayan şeylere karışma. Benim yanımda olduğun sürece bir
şeyden korkmana gerek yok. İnşallah kısa zamanda babana kavuşursun, demiş.
Böylece Halil aşçının
yanında çalışmaya başlamış. Aşçı da gücü yettiğince her işe koşan bu çalışkan
çocuğu kendi çocuğu gibi sevmiş, kollamış. Kimi zaman fırtınalı kimi zaman
güneşli günler geçmiş. Bazen dalgalı bazen sakin denizde ilerlemişler. Nihayet
Hint adalarına ulaşmışlar. Burada irili ufaklı birçok ada varmış ve her bir ada
cennetten bir parçayı andırırcasına göz kamaştırıyormuş. Halil buralarda daha
önce görmediği ağaçlar, yemişler ve hayvanlarla karşılaşmış.
Gemi bir adadan öbürüne
geçtikçe Halil İhtiyar aşçıyla birlikte gemiden iniyor, erzak tedarik ederken
limanda çalışanlara, esnaflara babasını tarif ediyormuş. Ancak tanıyan birine
rastlamamış. Gittikçe umutları tükeniyormuş. Babasını hiç bulamama korkusu
sarmaya başlamış içini. Aramayı bırakmamaya karar vermiş kendi kendine. Zaten
gidecek bir yeri, sığınacak başka bir akrabası da yokmuş.
Gemi son adaya doğru yola
çıktıktan bir süre sonra şiddetli bir fırtına kopmuş. Dev gibi dalgalar gemiyi
oradan oraya savurup kayalıklara doğru sürüklüyormuş. Nihayet çok büyük bir
dalga ile gemi kayalıklara çarpıp parçalanmış. Gemidekilerin büyük bir kısmı
boğulmuş. Halil ise bir tahta parçasına sımsıkı tutunmuş. Birkaç saat sonra
fırtına dinmiş. Halil tahta parçasıyla birlikte günlerce sürüklendikten sonra
nihayet küçük bir adanın kumsalından karaya çıkabilmiş. Yorgunluk, açlık ve
susuzluktan öyle bitkinmiş ki bir müddet orada kendinden geçmiş. Gözlerini
açtığında kendini birçok maymunun arasında bulmuş. Maymunlar daha önce
görmedikleri insan denilen bu yaratığa korku ile bakıyorlarmış. Halil hiç
korkmamış. Gülümsemiş sadece. Maymunlar da ondan zarar görmeyeceklerini anlayıp
sevinç içinde el çırpmaya, zıplamaya başlamışlar. İçlerinden ufak olan bir
tanesi elindeki muzu Halile uzatmış. Halil sevinçle mideye indirmiş muzu. Aç
olduğunu anlayan diğer maymunlar hemen çevredeki ağaçlardan meyve toplayıp
getirmişler. Halil meyveleri büyük bir iştahla yerken, maymunlar da hayret
içinde onu seyrediyorlarmış.
Biraz toparlandıktan sonra
maymunlarla birlikte adayı dolaşmaya başlamış. Küçük bir mercan adası imiş
burası. Ortasında ufacık bir tepe, tepenin eteğinden kaynayıp gelen bir dere,
çeşit çeşit meyveli ağaçlarla cennet bahçesi gibi bir yermiş. Halil burada
maymunlarla koşup oynayarak, acıktıkça lezzetli meyvelerden yiyerek zaman
geçirmiş. Ara sıra küçük tepeye çıkıyor, gelen geçen bir gemi var mı diye
bakıyormuş. Bazen de denize dalıyor, dipteki mercanları seyrediyor, balıklarla
birlikte yüzüyormuş. Su altında yüzebilmeyi iyi bir balıkçı olan babasından
öğrenen Halil, deniz altında babasının uğruna gurbete çıktığı incilere de
rastlamış ve bir miktar da bunlardan toplamış. Bu adada her türlü tehlikeden
uzakta ve her ihtiyacı elinin altında imiş ama Halil yine de mutlu değilmiş.
Babasını çok özlüyormuş.
Bir gün sualtında vakit
geçirirken ileride bir hareketlenme fark etmiş. Merakla oraya yönelmiş. Bir de
ne görsün. Güzeller güzeli bir deniz kızı, kuyruğu mercan kayalıklarına
sıkışmış, kurtulamıyor, acı içinde çırpınıyormuş. Bu yarısı insan, yarısı balık
şeklinde bir yaratıkmış. Upuzun altın sarısı saçları, bebek gibi pürüzsüz teni,
rengarenk pullarla kaplı bir kuyruğu varmış. Bakıp da hayran olmamak mümkün
değilmiş. Halil hemen oraya doğru yüzüp, kızcağızı kurtarmış. Onu sahile
götürmüş. Maymunların bulup getirdiği şifalı otlarla yarasına pansuman yapmış.
İyileştirmiş. Ne yazık ki deniz kızı insan gibi konuşamıyor, incecik tiz
anlaşılmaz sesler çıkarıyormuş. Deniz kızı artık yüzebilecek kadar iyileşince
Halile kendisini denize götürmesini işaret etmiş. Halil de karada
yaşayamayacağını tahmin ettiği deniz kızından ayrılmak vaktinin geldiğini
anlamış. Onu incitmeden kaldırıp suya bırakmış. Fakat deniz kızı gitmiyor,
Halil’in kendisiyle gelmesini işaret ediyormuş. Halil de hemen suya dalmış ve
deniz kızının arkasından derinliklerde ilerlemeye başlamış. Bir süre yol
aldıktan sonra dehliz gibi bir yerden geçip deniz altında bir mağaraya
gelmişler. Bu dev mağaranın içinde denizler padişahının sarayı varmış. Meğer
Halil’in yardım ettiği deniz kızı da bu padişahın kızıymış. Deniz kızının
döndüğünü gören sualtı canlıları sevinçle prenseslerini karşılamışlar ve onu
Halil ile birlikte padişahın huzuruna çıkarmışlar. Deniz kızı babasıyla
kucaklaşmış. Bu manzara babasından ayrı olan Halili duygulandırmış. Kızcağız
kendi dilince Halil’in yardımlarını anlatmış. Denizler padişahı Halile dönmüş:
_Ey insanoğlu, görüyorum ki
sen yaşından beklenmeyecek kadar mert ve akıllı bir delikanlısın. Diğerleri
gibi acımasız ve merhametsiz değilsin. Şimdiye dek deniz canlıları insanlardan
hep kötülük görmüştür. İnsanoğlu deniz altındaki hazinelerimize ve canlarımıza
musallat olmuştur hep. Ama sen onlardan farklısın. Zaten kızım onun için buraya
getirmiş seni. Bize yaptığın iyilik için çok teşekkür ederim. Dile benden ne
dilersen, demiş. Halil:
_Teşekküre gerek yok, ben
yapmam gerekeni yaptım. Ama eğer gücünüz yeterse kızınızın size kavuşması gibi
ben de babama kavuşmak isterim, demiş gözleri dolarak. Sonra da başından
geçenleri bir bir anlatmış. Denizler padişahı çok etkilenmiş bu hikayeden. Konuşulanları
dinleyen yunus muhafız:
_Padişahım birkaç ay önce
b,ir fırtına sonrası denizde çocuğun tarifine benzer bir adam görmüştük. Bir
sal üzerinde tek başına idi. Fark ettirmeden salını en yakındaki Maçin ülkesine
giden bir gemiye yaklaştırdık. Onu gemiye aldılar. Zannedersem o ülkeye
gitmiştir demiş. Padişah:
_Maçin kıyılarındaki deniz
canlılarına haber gönderin. Oradaysa alsınlar getirsinler, demiş.
Hemen haberciler yola
çıkmış. O zamana kadar Halil sarayda misafir olmuş. Ellerinden geldiğince iyi
ağırlamışlar Halili. Bu arada Padişahın habercileri Maçin kıyılarına
ulaşmışlar. Buradaki yunuslardan biri ben o adamı biliyorum. Her akşam üstü
kayalıklardan denizi seyredip ağlar durur demiş. Birlikte tarif ettiği yere
gitmişler ve adamcağızı o vaziyette bulmuşlar. Dile gelip seslenmişler:
_Hey, insanoğlu, adın nedir
senin?
Adam hem şaşırmış, hem de
çok korkmuş. Nasıl korkmasın balığın biri adeta bir insan gibi kendisi ile
konuşuyormuş. Rüyada mıyım diye yoklamış kendini, değil.
_Veys demiş korkuyla. Balık
_Basralı mısın ve Halil diye
bir oğlun var mı? Diye sormuş yeniden.
_Sen nereden biliyorsun?
_Oğlun padişahımızın
yanında, afiyette. Dilersen seni de yanına götürelim.
_Tabii isterim, yalnız
nasıl olacak bu?
Balığın söylemesi ile denize
atlamış. Balık daha önce görmediği mavi bir inciyi Veyse vermiş ve ağzına
koymasını söylemiş.
_Bu sihirli bir incidir.
Bunu ağzında tut. Sakın yutma. Bu sayede bizler gibi sıkıntı çekmeden deniz
altında yol alabileceksin, demiş. Veys söyleneni yapmış ve haberci balıklarla
birlikte denizler padişahının sarayına doğru süzülmeye başlamışlar. Uzun bir
yolculuk sonrası saraya ulaşmışlar. Baba ile oğlunun kavuşması çok dokunaklı
olmuş. Bir müddet koklaştıktan sonra padişah ondan da hikayesini anlatmasını
istemiş. Aynı muhafız Yunusun anlattığı gibi fırtınada bindiği gemi batan Veys
kendini kurtaran gemi ile Maçine gitmiş. Aylardır da memleketine gidecek bir
gemi bekliyor, evladının ve eşinin hasretiyle yanıyormuş. Halil annesinin
ayrılığa dayanamayıp vefat ettiğini öğrenince hıçkırıklara boğulmuş Veys. Biraz
sonra İnşallah ahrette kavuşuruz deyip toparlanmış.
Padişah, sizi memleketinize
de göndereyim de tamam olsun demiş. Baba oğul çok sevinmişler. Hemen
hazırlıklar yapılmış. Padişah içi inci, yakut, zümrüt ile dolu bir sandık
hediye etmiş. Bunlar ölene kadar rahat bir hayat yaşamalarına yetermiş. Çok
sevinmişler. Vedalaşıp ağızlarına konulan sihirli incilerin marifetiyle yola
çıkmışlar. Günlerce süren yolculuk sonrası Basra kıyılarına ulaşmışlar.
Balıklarla vedalaşıp evlerine dönmüşler. Veys balıklardan gördüğü bunca iyilik
sonrası balıkçılık yapmaktan vazgeçmiş. Yanlarında getirdikleri hazinenin bir
bölümü ile bir miktar toprak alıp toprağı işleyerek hayatlarını kazanmaya
başlamışlar. Hazıra dağ dayanmazmış çünkü. Bir taraftan da zorda olanın, darda
kalanın sığınacağı liman olmuşlar.
Gökten üç elma düşmüş. Biri
anlatana, biri dinleyene, diğeri de başına ne gelirse gelsin doğruluktan
ayrılmayan ve ümidini yitirmeyenlere…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder