HAKKIMDA

Merhaba, Bizim çocukluğumuzda, yani televizyon ve bilgisayarın olmadığı yıllarda, akşam yemekten sonra sofra toplanır, babalar gazeteye göz atarken devasa büyüklükteki ahşap radyolardan ajans dinlerdi. Büyük ablalar fotoroman, ağabeyler Teksas ile zaman geçirirdi. Anneler bir yandan kızlarının çeyizlerine dantel örerken, bir yandan da dizlerine yatmış ufaklığa masal anlatırdı hafiften. O ufaklıklar masal eşliğinde hayallere dalar, çölleri, denizleri geçer, Kaf Dağına ulaşır, oradan uykunun kollarına kanat açardı. Aslında gözleri ellerindeki kitaplarda olsa da, o abla ve ağabeylerin de kulakları kim bilir kaçıncı kez kendilerinin de bir zamanlar severek dinlediği anne masallarında olurdu. Burada çocukluğumun tatlı hatıraları arasında, hayal dünyamı genişleten o anne masallarıyla birlikte, benim kendi çocuklarıma anlattığım kendi masallarımı ve diğer bilinen çocuk masallarını paylaşmak istedim. Sizler de dizinize yatan kardeşinize, çocuğunuza ve hatta kendinize anlatasınız, masal dünyasının uçsuz bucaksız macerasına katılasınız diye

9 Mayıs 2013 Perşembe

Serpil'den Masallar 2: Mercan Adası


Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde Basra denilen koca şehirde Veys adında bir balıkçı yaşarmış. Kendi halinde kimseye zararı olmayan, kendi yağında kavrulan dürüst ve efendiden bir adammış. Gözü kimsenin aşında ekmeğinde değilmiş, çalışıp çabalayıp helalinden kazanma derdindeymiş.  Veys’in kendi gibi kanaatkar bir karısı, bir de ufak oğlu varmış. Sabah gün doğmadan sevgili karısıyla helalleşir, oğlunu öpüp koklar ve teknesine atladığı gibi rüzgarda süzülüp gözden kaybolurmuş. Akşam kısmetinde ne varsa tutup getirdiği balıkları çarşıda satar, evinin ihtiyaçlarını görürmüş. Minik oğlu Halil babasının dönüşünü dört gözle beklermiş. Zavallı karısı da bütün gün evinin işini yapıp bir yandan da Veys denizden sağ salim dönsün diye dualar edermiş. Akşam bir araya gelince sevinçle kucaklaşırlar ve Allah ne verdiyse yiyip şükrederlermiş.
Son zamanlarda Veys eskisi kadar balık tutamaz olmuş. Sadece kendisi değil, diğer balıkçılar da denizden eli boş dönmeye başlamışlar. Hepsini bir sıkıntıdır almış. Çoluk çocuğun rızkını nasıl temin edeceğiz derdine düşmüşler. Bazıları eş dost yardımıyla başka işlerde çalışmaya başlamış. Ancak Veys’in biricik karısı ve çocuğundan başka kimsesi yokmuş. Zaten balıkçılıktan başka meslek de bilmezmiş.  Bir gün limandaki kahvehanelerden birine yolu düşmüş. Oradaki denizcilerin konuşmalarına kulak misafiri olmuş. Bu denizciler  çok uzaklardaki Hint adaları hakkında konuşuyorlarmış. Bu adalarda denizin ne kadar bereketli olduğundan, her türden balık ve dünyada eşi görülmeyecek inci ve mercanlardan bahsediyorlarmış. Bu inciler öyle iri öyle benzersizmişler ki dünyadaki tüm prenses ve kraliçeler bu incilere sahip olmak isterlermiş. Hele de pek az bulunan siyah inci de Hint denizinde bulunurmuş.  Birkaç hafta sonra kalkacak olan bir geminin Hint adalarına gideceğini öğrenen Veys çoluk çocuğunun rızkını gurbette aramayı kafasına koymuş. “Bir sene oralarda çalışıp inci çıkarsam ailemi birkaç sene geçindirecek para biriktirebilirim. O zamana kadar denizdeki kıtlık da azalır” diye düşünmüş.
Akşam evine gelince meseleyi hanımına anlatmış içi burkularak. Zavallı karısının gözyaşları da Veys’in hayalini kurduğu inci taneleri gibi dökülmeye başlamış. Kadıncağız:
_Ey benim efendiciğim, ben senden allı güllü fistanlar mı istedim, dolu dolu sofralar mı? Bilmez misin ben aza kanaat ederim. Gerekirse ekmeğimizi katıksız yiyelim, her gün oruca niyet edelim. Gel vazgeç bu sevdadan. Beni de oğlunu da hasretinle perişan etme. Bizi buralarda bir başımıza bırakma. Dediyse de vazgeçirememiş Veys’i kararından.
_Zaten şimdiye kadar size gün gördüremedim. Bir sene nedir ki, göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Allah’ın izni ile döndükten sonra da seni bir eli yağda bir eli balda yaşatırım diyor, karısını ikna etmeye çalışıyormuş. 
En sonunda kadıncağız boynunu bükmüş, kaderine razı olmuş. Veys birkaç gün içinde teknesini ve av malzemelerini satıp karısına ve çocuğuna kendisi yokken yetecek kadar erzak almış ve bir miktar da para bırakmış. Bütün bunlar yaşanırken karısı hiç sesini çıkarmamış ama gözünün yaşı da eksik olmamış. Nihayet yolculuk zamanı gelmiş. Ailesiyle limanda vedalaşan Veys yanına aldığı birkaç parça eşyası ile birlikte gemiye binmiş. Gemi yelkenlerini şişirip suda süzülmeye başladığında Veysin karısı da buğulu gözlerle yavrusunu bağrına basmış. Gemi gözden kaybolana kadar öylece ufka bakakalmış.
Kadıncağız her gün kocasının sağ salim gelmesi için dua ediyor, limana gemi yanaştığına dair bir haber alır almaz, koşup gelenlerin içinde kocası var mı diye saatlerce limanda bekliyormuş. Bir taraftan da üzüntüsünü oğlu Halile hissettirmemeye çalışıyormuş ama Halil zeki bir çocukmuş. Annesinin ne kadar üzgün olduğunun, günden güne mum gibi eriyip gittiğinin farkındaymış. Sonunda üzüntüden yatağa düşen kadıncağız birkaç ay içinde hayata gözlerini yummuş. Zavallı Halil babasından ayrıldığı yetmiyormuş gibi, şimdi de annesiz, kimsesiz kalmış. Birkaç gün komşular Halil’i avutmaya çalışmış. Ancak Halil yapayalnız kaldığı bu şehirde daha fazla durmak istemiyormuş. Annesinden babasının Hint adalarına gittiğini duymuş olan Halil ne kadar uzak olursa olsun o da gidecek ve babasını bulmadan geri dönmeyecekmiş.
Limanda dolaşıp bekleyen gemilerin ne tarafa gideceklerini araştırmaya başlamış. Nihayet Hint adalarına gidecek olan gemi limana yanaşmış. Limanda bir koşturmadır gidiyormuş. Gemiye erzak temin etmeye çalışan mürettebatın sesleri, gemiye mallarını yükleyen tüccarların telaşına karışıyormuş. Bu kargaşa arasında kimseye fark ettirmeden gemiye binip ambara saklanmış. Yanına pek fazla bir şey almamışmış ama ambarda yiyecek bulmak çok da zor değilmiş. Birkaç gün içinde gemi limandan ayrılmış.
Halil gündüzü uyuyarak geçiriyor, gece el ayak çekilince kimseye görünmeden güverteye çıkıp biraz hava alıyormuş.  Bu şekilde birkaç hafta geçirmiş. Ancak bir gün tayfalardan biri Halil’i fark etmiş ve yakalayıp kaptana getirmiş. Kaptan çok sinirlenmiş. Bedavacı yolculardan hiç hoşlanmıyormuş. Bu yolcu küçük bir çocuk olsa bile.
_Sana şimdiye kadar kaçak yolculara ne yapıyorsak onu yapacağım. Atın şunu denize!
Halil’in gözleri korkuyla fal taşı gibi açılmış. Bu adamın hiç şakası yokmuş. Koskoca denizde hayatta kalma şansı olmazmış. Yalvarmaları kaptanı yumuşatmaya yetmiyormuş. Nihayet geminin ihtiyar aşçısı kaptana seslenmiş.
_Hey kaptan, bana söz verdiğin yardımcıyı almadın. Bari bunu denize atma da ben ayak işlerinde kullanayım. Her şeye yetişemiyorum. Biraz işimi hafifletmiş olursun.
Kaptan biraz duraksamış. Aslında küçük bir çocuğu denize atmak ona da hoş gelmiyormuş. Ama mürettebatı arasında saygınlığını korumak için böyle acımasız işler yapmak zorunda olduğunu zannediyormuş. Aşçının teklifi hoşuna gitmiş. Böylece Halil’in hayatı kurtulmuş. Halil hayatını kurtaran aşçının ellerine sarılmış. Teşekkür etmiş. Aşçı herkesin içinde yüz vermemiş Halil’e.
_Sevinmek için acele etme. Belki de kurtulduğuna pişman olacaksın. Çünkü gece gündüz çalıştıracağım seni, demiş.
Halil’i alıp mutfağa götürmüş. Yalnız kalınca başından geçenleri anlattırmış. Çok acımış bu temiz yürekli çocuğa.
_Sakın ayak altında dolaşma ve üzerine vazife olmayan şeylere karışma. Benim yanımda olduğun sürece bir şeyden korkmana gerek yok. İnşallah kısa zamanda babana kavuşursun, demiş.
Böylece Halil aşçının yanında çalışmaya başlamış. Aşçı da gücü yettiğince her işe koşan bu çalışkan çocuğu kendi çocuğu gibi sevmiş, kollamış. Kimi zaman fırtınalı kimi zaman güneşli günler geçmiş. Bazen dalgalı bazen sakin denizde ilerlemişler. Nihayet Hint adalarına ulaşmışlar. Burada irili ufaklı birçok ada varmış ve her bir ada cennetten bir parçayı andırırcasına göz kamaştırıyormuş. Halil buralarda daha önce görmediği ağaçlar, yemişler ve hayvanlarla karşılaşmış.
Gemi bir adadan öbürüne geçtikçe Halil İhtiyar aşçıyla birlikte gemiden iniyor, erzak tedarik ederken limanda çalışanlara, esnaflara babasını tarif ediyormuş. Ancak tanıyan birine rastlamamış. Gittikçe umutları tükeniyormuş. Babasını hiç bulamama korkusu sarmaya başlamış içini. Aramayı bırakmamaya karar vermiş kendi kendine. Zaten gidecek bir yeri, sığınacak başka bir akrabası da yokmuş.
Gemi son adaya doğru yola çıktıktan bir süre sonra şiddetli bir fırtına kopmuş. Dev gibi dalgalar gemiyi oradan oraya savurup kayalıklara doğru sürüklüyormuş. Nihayet çok büyük bir dalga ile gemi kayalıklara çarpıp parçalanmış. Gemidekilerin büyük bir kısmı boğulmuş. Halil ise bir tahta parçasına sımsıkı tutunmuş. Birkaç saat sonra fırtına dinmiş. Halil tahta parçasıyla birlikte günlerce sürüklendikten sonra nihayet küçük bir adanın kumsalından karaya çıkabilmiş. Yorgunluk, açlık ve susuzluktan öyle bitkinmiş ki bir müddet orada kendinden geçmiş. Gözlerini açtığında kendini birçok maymunun arasında bulmuş. Maymunlar daha önce görmedikleri insan denilen bu yaratığa korku ile bakıyorlarmış. Halil hiç korkmamış. Gülümsemiş sadece. Maymunlar da ondan zarar görmeyeceklerini anlayıp sevinç içinde el çırpmaya, zıplamaya başlamışlar. İçlerinden ufak olan bir tanesi elindeki muzu Halile uzatmış. Halil sevinçle mideye indirmiş muzu. Aç olduğunu anlayan diğer maymunlar hemen çevredeki ağaçlardan meyve toplayıp getirmişler. Halil meyveleri büyük bir iştahla yerken, maymunlar da hayret içinde onu seyrediyorlarmış.
Biraz toparlandıktan sonra maymunlarla birlikte adayı dolaşmaya başlamış. Küçük bir mercan adası imiş burası. Ortasında ufacık bir tepe, tepenin eteğinden kaynayıp gelen bir dere, çeşit çeşit meyveli ağaçlarla cennet bahçesi gibi bir yermiş. Halil burada maymunlarla koşup oynayarak, acıktıkça lezzetli meyvelerden yiyerek zaman geçirmiş. Ara sıra küçük tepeye çıkıyor, gelen geçen bir gemi var mı diye bakıyormuş. Bazen de denize dalıyor, dipteki mercanları seyrediyor, balıklarla birlikte yüzüyormuş. Su altında yüzebilmeyi iyi bir balıkçı olan babasından öğrenen Halil, deniz altında babasının uğruna gurbete çıktığı incilere de rastlamış ve bir miktar da bunlardan toplamış. Bu adada her türlü tehlikeden uzakta ve her ihtiyacı elinin altında imiş ama Halil yine de mutlu değilmiş. Babasını çok özlüyormuş.
Bir gün sualtında vakit geçirirken ileride bir hareketlenme fark etmiş. Merakla oraya yönelmiş. Bir de ne görsün. Güzeller güzeli bir deniz kızı, kuyruğu mercan kayalıklarına sıkışmış, kurtulamıyor, acı içinde çırpınıyormuş. Bu yarısı insan, yarısı balık şeklinde bir yaratıkmış. Upuzun altın sarısı saçları, bebek gibi pürüzsüz teni, rengarenk pullarla kaplı bir kuyruğu varmış. Bakıp da hayran olmamak mümkün değilmiş. Halil hemen oraya doğru yüzüp, kızcağızı kurtarmış. Onu sahile götürmüş. Maymunların bulup getirdiği şifalı otlarla yarasına pansuman yapmış. İyileştirmiş. Ne yazık ki deniz kızı insan gibi konuşamıyor, incecik tiz anlaşılmaz sesler çıkarıyormuş. Deniz kızı artık yüzebilecek kadar iyileşince Halile kendisini denize götürmesini işaret etmiş. Halil de karada yaşayamayacağını tahmin ettiği deniz kızından ayrılmak vaktinin geldiğini anlamış. Onu incitmeden kaldırıp suya bırakmış. Fakat deniz kızı gitmiyor, Halil’in kendisiyle gelmesini işaret ediyormuş. Halil de hemen suya dalmış ve deniz kızının arkasından derinliklerde ilerlemeye başlamış. Bir süre yol aldıktan sonra dehliz gibi bir yerden geçip deniz altında bir mağaraya gelmişler. Bu dev mağaranın içinde denizler padişahının sarayı varmış. Meğer Halil’in yardım ettiği deniz kızı da bu padişahın kızıymış. Deniz kızının döndüğünü gören sualtı canlıları sevinçle prenseslerini karşılamışlar ve onu Halil ile birlikte padişahın huzuruna çıkarmışlar. Deniz kızı babasıyla kucaklaşmış. Bu manzara babasından ayrı olan Halili duygulandırmış. Kızcağız kendi dilince Halil’in yardımlarını anlatmış. Denizler padişahı Halile dönmüş:
_Ey insanoğlu, görüyorum ki sen yaşından beklenmeyecek kadar mert ve akıllı bir delikanlısın. Diğerleri gibi acımasız ve merhametsiz değilsin. Şimdiye dek deniz canlıları insanlardan hep kötülük görmüştür. İnsanoğlu deniz altındaki hazinelerimize ve canlarımıza musallat olmuştur hep. Ama sen onlardan farklısın. Zaten kızım onun için buraya getirmiş seni. Bize yaptığın iyilik için çok teşekkür ederim. Dile benden ne dilersen, demiş. Halil:
_Teşekküre gerek yok, ben yapmam gerekeni yaptım. Ama eğer gücünüz yeterse kızınızın size kavuşması gibi ben de babama kavuşmak isterim, demiş gözleri dolarak. Sonra da başından geçenleri bir bir anlatmış. Denizler padişahı çok etkilenmiş bu hikayeden. Konuşulanları dinleyen yunus muhafız:
_Padişahım birkaç ay önce b,ir fırtına sonrası denizde çocuğun tarifine benzer bir adam görmüştük. Bir sal üzerinde tek başına idi. Fark ettirmeden salını en yakındaki Maçin ülkesine giden bir gemiye yaklaştırdık. Onu gemiye aldılar. Zannedersem o ülkeye gitmiştir demiş. Padişah:
_Maçin kıyılarındaki deniz canlılarına haber gönderin. Oradaysa alsınlar getirsinler, demiş.
Hemen haberciler yola çıkmış. O zamana kadar Halil sarayda misafir olmuş. Ellerinden geldiğince iyi ağırlamışlar Halili. Bu arada Padişahın habercileri Maçin kıyılarına ulaşmışlar. Buradaki yunuslardan biri ben o adamı biliyorum. Her akşam üstü kayalıklardan denizi seyredip ağlar durur demiş. Birlikte tarif ettiği yere gitmişler ve adamcağızı o vaziyette bulmuşlar. Dile gelip seslenmişler:
_Hey, insanoğlu, adın nedir senin?
Adam hem şaşırmış, hem de çok korkmuş. Nasıl korkmasın balığın biri adeta bir insan gibi kendisi ile konuşuyormuş. Rüyada mıyım diye yoklamış kendini, değil.
_Veys demiş korkuyla. Balık
_Basralı mısın ve Halil diye bir oğlun var mı? Diye sormuş yeniden.
_Sen nereden biliyorsun?
_Oğlun padişahımızın yanında, afiyette. Dilersen seni de yanına götürelim.
­_Tabii isterim, yalnız nasıl olacak bu?
Balığın söylemesi ile denize atlamış. Balık daha önce görmediği mavi bir inciyi Veyse vermiş ve ağzına koymasını söylemiş.
_Bu sihirli bir incidir. Bunu ağzında tut. Sakın yutma. Bu sayede bizler gibi sıkıntı çekmeden deniz altında yol alabileceksin, demiş. Veys söyleneni yapmış ve haberci balıklarla birlikte denizler padişahının sarayına doğru süzülmeye başlamışlar. Uzun bir yolculuk sonrası saraya ulaşmışlar. Baba ile oğlunun kavuşması çok dokunaklı olmuş. Bir müddet koklaştıktan sonra padişah ondan da hikayesini anlatmasını istemiş. Aynı muhafız Yunusun anlattığı gibi fırtınada bindiği gemi batan Veys kendini kurtaran gemi ile Maçine gitmiş. Aylardır da memleketine gidecek bir gemi bekliyor, evladının ve eşinin hasretiyle yanıyormuş. Halil annesinin ayrılığa dayanamayıp vefat ettiğini öğrenince hıçkırıklara boğulmuş Veys. Biraz sonra İnşallah ahrette kavuşuruz deyip toparlanmış. 
Padişah, sizi memleketinize de göndereyim de tamam olsun demiş. Baba oğul çok sevinmişler. Hemen hazırlıklar yapılmış. Padişah içi inci, yakut, zümrüt ile dolu bir sandık hediye etmiş. Bunlar ölene kadar rahat bir hayat yaşamalarına yetermiş. Çok sevinmişler. Vedalaşıp ağızlarına konulan sihirli incilerin marifetiyle yola çıkmışlar. Günlerce süren yolculuk sonrası Basra kıyılarına ulaşmışlar. Balıklarla vedalaşıp evlerine dönmüşler. Veys balıklardan gördüğü bunca iyilik sonrası balıkçılık yapmaktan vazgeçmiş. Yanlarında getirdikleri hazinenin bir bölümü ile bir miktar toprak alıp toprağı işleyerek hayatlarını kazanmaya başlamışlar. Hazıra dağ dayanmazmış çünkü. Bir taraftan da zorda olanın, darda kalanın sığınacağı liman olmuşlar.
Gökten üç elma düşmüş. Biri anlatana, biri dinleyene, diğeri de başına ne gelirse gelsin doğruluktan ayrılmayan ve ümidini yitirmeyenlere…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder